21 Mayıs 2020 Perşembe

YENİ DÜNYANIN MEYVE SULARI

YENİ DÜNYANIN MEYVE SULARI

Covid pandemisi dünyada birçok kuralı yeniden yazdırırken, kemikleşmiş birçok kuralın da sıfırlanmasına yol açtı. Zaten dünyada şekerli ve kalorili içeceklere karşı bir reaksiyon varken özellikle kilo fazlalığı olan ve diabet yatkınlığı olan kişilerde daha ağır hastalık tablosu ve daha yüksek ölüm oranları ortaya çıkması, insanları şeker ve kaloriden uzaklaştıran bir unsur oldu.

Özellikle früktoz aleyhtarı bilimsel veriler ortaya çıktıkça neredeyse şekerli içeceklerin üzerine “sigara kanser yapar” benzeri uyarıcı yazıların yazılmasının tartışıldığı bir ortamda, pandemi nedeniyle ortaya çıkan bu ekstra şeker aleyhtarlığı, alkollüler de dahil tüm şekerli ve kalorili içecek endüstrisini derin bir düşünceye daldırdı.

Acaba bir sonraki aşamada ne olacak? İçinde şeker var diye insanlar meyve ürünlerini tüketmeyi sınırlandırır veya bırakırlar mı? Elbette ki meyve ekstresi ve türevleri sadece şekerden oluşan maddeler değil. Beslenme açısından vazgeçilemez vitamin ve diğer birçok unsuru meyvelerden başka nereden alabilirler? Üstüne üstlük, vücudun kimyasını yürüten minerallerden metabolizmaya, bağışıklığın artırılmasına kadar vücuda özellikle stres anlarında katkıda bulunan ve daha tam ayrıntısı bilimsel olarak ortaya konmamış nar gibi, kara mürver gibi, kuş burnu gibi bazı meyveler de gitgide daha geniş bir pazar bulmakta.

Tüm dünyada kamu araştırması yapabilen büyük kuruluşların verilerine bakıldığında, bu endüstrinin yönü, içeceklerin genel beslenme bütününün bir parçası olmak ve dolayısıyla genel beslenme eğilimlerinin dışında kalınamayacağı şeklinde olmalıdır. Bu meyanda içeceklerin ara öğünlerin ve gıda eklerinin yerini alabilme yönüne gitmeleri en doğrusudur. Bu yöne yürürken 2 şarta uygun olmak gerekir. Birincisi sağlıklı olmaya yardım edecek yani vitamin, mineral, bağışık artırıcı madde kaynağı olacak, ikincisi ise kalori açısından denetlenebilir yani kilo aldırmayacak özellikte olacak.

Türkiye meyve üreticileri ve meyve suyu endüstrisinin gözü bir yandan uluslararası ticareti gözleyen Euro Monitor gibi kuruluşların raporlarında olmalıyken bir yandan kendi ulusal yolumuzu ve politikamızı çizmek amacıyla daha geniş tabanlı ve planlı kuruluşlara  sahip olarak kendi yöneylem araştırmalarımızı yapmak olmalıdır. Bu konuda tüm dünyadaki gidiştı izleyen ve düzenli rapor hazırayan kuruluşlardan gerekli raporlar satın alınarak tüm üreticilerle paylaşılmalı ve öngörü sağlanmalıdır. Sonuçta elimize geçecek olan ulusal anlamda katma değer ise  burada organizasyon görevi de elbette devlete düşmektedir. Öte yandan üreticiler ve endüstri en azından dünya kamuoyuna mal olan bilgileri takip ederek kendi yönlerini çizme bilincine erişmelidirler. Aşağıda uluslararası tatlandırıcı platformu Mintel’in ABD’deki tüketicilerle yapılan anket çalışması sonucu Şubat 2019 yayınladığı raporunda şeker ve tatlandırıcı kullanımı ile ilgili aşağıdaki kamuoyu eğilimleri ortaya çıkmıştır.




Görüldüğü üzere beslenmesinde daha az şeker olmasını isteyenlerin oranı artarak % 80 lere ulaşmıştır. Buna yakın oranda bir grubun aldıkları gıdalarda az/zaltılmış veya şekersiz olma özelliğine dikkat ettiklerini göstermektedir.




İkinci grafikten anlaşılacağı üzere meyve suyu tüketicilerinin % 41 karbonatlı içecek tüketicilerin ise % 49 u tükettikleri içeceklere ek tatlandırıcı eklendiğinden endişe etmektedirler. Yapay tatlandırıcıların sağlığa zararlı olduğunu düşünenlerin oranı % 60 dır. Kullanıcıların % 59 u, şeker oranı zaten yüksek olan meyve suyu ve benzeri içeceklerin üzerine “şeker ilave edilmemiştir” benzeri uyarı yazılarının konulmasının aldatıcı olduğunu ifade etmektedirler. Tüketicilerin % 48 i “şekeri azaltılmış veya ilave şeker konulmamış” uyarısı olanlara göre, satın alırken “şekersiz” bir ürüne öncelik verdiklerini, ifade etmektedir.

Bir yandan doğal şeker istemeyen diğer yandan da hem yapay tatlandırıcı hem de kalori almak istemeyen müşteriye nasıl yaklaşılacağı tartışılmalıdır. Bu soruya cevap olarak ABD pazarındaki alıcılara sorulduğunda % 59 u pazarda daha fazla “doğal tatlandırıcı” içeren gıda ve içecekler istediklerini bildirmişlerdir. Doğal tatlandırıcı denildiğinde ülkemizde de yetişebilen stevia gibi veya sıcak iklimlerde yetişen keşiş meyvesi gibi, insanlığın yüzyıllardır bildiği ve etnografik yaygınlıkta kullandığı bitki kökenli doğal tat ekstreleri anlaşılmalıdır.
Peki hangi içecekleri eğilimli bu milenyumlular diye sorulduğunda da aşağıdaki bar grafik ortaya çıkmıştır.

Yazımı iyi bir bulgu ile bağlamak istiyorum. Yukarıdaki grafiklerde Hartman grubunun 2018 de yayınladığı raporda, elinin altında her zaman bir içecek olmasını isteme oranı 1950 li yıllarda doğanlarda % 58, şimdiki orta yağlılarda % 63 iken, milenyumlularda % 73 e ulaşmıştır. Buradan benim çıkarımım -meyve üreticisi olarak belki de çıkarmak istediğim- daha az şekerli, sodasız, beslenme özellikleri yüksek, kafeini az ve su içeriği yüksek içecekleri tercih ettikleridir. Ben buna tereddütsüz sıfır tarım ilacı kalıntısı ile “organik sertifikalı” sıfatını da ekliyorum. Sanırım bu tercihler bahçeden süpermarket rafına meyve suyu endüstrisinin de rotasını çok açık ortaya koymaktadır.

18 Nisan 2020 Cumartesi

KANADA VE AVUSTRALYA İKİ BENZER ÜLKE İKİ FARKLI KADER

KANADA VE AVUSTRALYA
İKİ BENZER ÜLKE İKİ FARKLI KADER


Avustralya
Kanada
2020 nüfusu
24.140.000
37,575,811
2020 nüfus yoğunluğu (kişi/km2)
2.6
3.2
İlk vakanın tespit edilme tarihi
25 Ocak 2020
25 Ocak 2020
Mart ayı başında vaka sayısı
25 vaka
20 vaka
Mart sonu yaklaşık test (+) sayısı
3000
3000
Fark Başlıyor
18 Nisan 2020 toplam vaka sayısı
6565
33218
18 Nisan hasta sayısı/Milyon Nüfus
257
880
18 Nisan test sayısı /Milyon nüfus
15942
13452
18 Nisan son 24 saatte yeni vaka
32
1291
18 Nisan toplam vefat
69
1469
18 Nisan son 24 saatte vefat
4
159
Ülke dışından gelenlere 14 gün karantina uygulama başlangıcı
15 Mart 2020
25 Mart 2020


Kanada ve Avustralya idari, nüfus örgüsü, sağlık hizmetleri ve finansmanı açısından benzer ülkeler. Başlangıçta Kanada ve Avustralya COVID rakamları hemen hemen aynıydı. Ne olduysa Mart ayından sonra aralarında ciddi farklar görülmeye başladı. Ben de bu farklarla ilgili yazılanları inceleyerek hangisi neyi doğru neyi yanlış yaptı konusunda bir inceleme sunmak istedim.  

Ülkeler arasındaki benzerlik ve farkları tabloda kıyaslanmıştır. Ara ara fikir versin diye ülkemizle de kıyaslamalar yaptım. Örneğin kilometrekareye 100 kişi düşen ülkemize göre bu iki ülkede nüfus yoğunluğu km2  ye 2.6 ve 3.2. Yani bu ülke vatandaşları sokağa çıkıp enfekte insan arasalar, bulup karşılaşmaları bile pek kolay değil. Aslında her iki ülkede de salgın benzer bir başlangıç yaptı. Mart ayı başında test (+) COVID-19 vaka sayıları 25 ve 20 olarak birbirine çok yakındı. Yine Mart ayı sonunda her ikisinde de 3000 er civarında test (+) vaka olduğu Dünya Sağlık Örgütü verilerinde bildirilmişti.

Hastalığın bulaşma yolları öğrenildiği zaman her iki ülkede de “sosyal mesafe” uyarıları yapılmıştı. Basından takip ettiğime göre her iki ülkede de vatandaşlar bu mesafe meselesine uyduklarını düşünmelerine rağmen sosyalleşme hadiselerinden de geri durmamışlar. Kanada’da düğünler ve benzeri toplantılar yapılmaya devam edilirken sonbahara yaklaşan Avustralya’da özellikle plajların müşterileri eksik olmamış. Bugün bakıldığında her iki ülkenin de milyon nüfus başına yaptıkları test Avustralya’da yaklaşık 16 000, Kanada’da ise 13500 kadar. Yine günde 40-50 bin test yapılan ülkemize baktığımızda milyon nüfus başına yapılan test sayısının 7000 den fazla ve örneğin Hollanda’ya yakın bir rakam olduğunu görüyoruz. Kıyasladığımız Avustralya ve Kanada’daki test sayılarının ise, nüfus başına bizim yaptığımız test sayısının 2 misli olduğunu da vurgulamak gerekir.

Avustralya’nın ana şansı kara sınırının olmaması, ülkeye ulaşan tüm yolcuların deniz ve hava limanlarından girmekte olmalarıydı. Öte yandan Kanada’nın ABD ile kontrolü çok zor olan uzun kara sınırı en önemli dezavantajını oluşturmaktaydı. Avustralya’ya dışarıdan gelen ilk vakalar Çin’den olunca, hemen Çin ile ulaşım tamamen kapatıldı.  Kanada’da ise dışarıdan gelen vakaların birçoğu ABD ve Avrupa’dan gelmekteydi ve kontrolü çok daha zordu. 15 Mart’dan itibaren Avustralya, ülke dışından gelen her yolcunun 14 gün kişisel karantina uygulamasının şart olduğunu ilan etti. Nisan ayı başından itibaren de Avustralya’da vaka sayısında azalma başladı. Kanada ise bu 14 gün karantina uygulaması “tavsiye” düzeyinde kalmıştı. Bu arada iki ülke arasında çok önemli bir mevsimsel fark vardı. Avustralya’da yaz mevsimi olduğu için vatandaşlar ülkeleri içinde kalmışken, soğuk kuzey ülkesi Kanada’nın özellikle yaşlı ve emekli vatandaşları başta Florida olmak üzere, ABD’nin güneyindeki sıcak yerlere kış tatiline gidip 25 Mart karantina tavsiyesi yapılıncaya kadar çoktan evlerine dönmüş ve muhtemelen virüsü de beraberlerinde getirmişlerdi.

İki ülke arasındaki en önemli fark işte buradan kaynaklandı. Avustralya’da ortaya çıkan hastaların sadece % 10 u hastalığı ülke içinde, % 90 ı ülke dışında kapmışken, bu oran Kanada için hastaların %25 i ülke dışında, % 75 i ise kendi evlerinde şeklindeydi. Kanada’da 600 civarında yaşlı bakım evinde hastalık tespit edilmişken Avustralya’da bu durum izlenmedi. Sadece Ontario eyaletinde tek bir yaşlı bakım evinde kalanlardan 29 yaşlı, hastalık ve bakımlarındaki aksama nedeni ile vefat ettiler. Elbette soğuk nedeniyle kapalı ortamda yaşayan Kanada bakım evleri ile salgına yaz mevsiminde tesadüf eden sıcak ve açık havalı Avustralya yaşlı bakım evleri arasında bu mevsimsel durum çok önemli bir fark oluşturdu. Hastalığın vefat ile sonuçlanma olasılığının belirgin derecede yüksek olduğu ileri yaş grubu hastaların çok sayıda ve bir arada olması Kanada’daki hasta ve vefat sayılarındaki üzücü farkın da ortaya çıkmasının en önemli nedeni oldu.

Avustralya’da nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu Sydney kenti civarında ülkedeki vaka sayısının yaklaşık yarısı bulunmaktayken, Kanada’nın en kalabalık bölgesi olan Quebec eyaletinde de hasta sayısının yüksekliğinden sağlık sisteminin zorlanmasına kadar tüm sıkıntılara daha fazla rastlanmaktaydı. Daha da ötesi, özellikle Kanada içinde farklı eyaletlere bakıldığı zaman, insan yoğunluğunun nispeten az ve nüfus başına test sayısının en yüksek olarak yapıldığı British Columbia eyaletinde yeni vaka sayılarının şu sıralar azalma gösterdiği ortaya çıktı.

Sonuç olarak, bu iki benzer ve akraba ülkede gerek mevsimsel gerekse topografik coğrafya şartları bir anlamda kader oldu. Belki de bazı tedbirlerin alınması arasında sadece 10 günlük fark ve uygulama ciddiyeti de durumu belirleyen diğer önemli faktörlerdi.

Herkesin dilinde olan bir nakarat var son günlerde.. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ben de aynı fikirdeyim. Bir defa ulusal kültürümüzde yaşlı nüfusun batı ülkelerine göre çok çok daha azının yaşlı bakımevlerinde kalmaları bence ısrarla korumamız gereken bir özellik. Aileleri yanında veya imkanlar el verdikçe az sayıda yaşlının bir arada kalacakları bir yaşam modelinin daha güvenli olacağı açık. Bir diğeri de uluslararası seyahat. Herhangi bir ülkede her zaman yeni ve benzeri bir durumun ortaya çıkmayacağının bir garantisi yok. Zaten ülkeler özellikle deniz aşırı seyahatlerden gelen yolcuları ülkelerine kabul ederken daha fazla sağlık kontrolü veya hastalık yayılmasına karşı daha fazla tedbir öne süreceklerdir. Muhtemelen yeni çağda insanlar en azından uzun bir süre, nasıl daha fazla gezerim değil nasıl daha az seyahat ederim diye düşüneceklerdir.

7 Nisan 2020 Salı

COVİD 19 Ürün Almamızı Engellememeli

COVİD 19 Pandemisi Sırasında
Meyve Toplama İşçi Sağlığına  Yönelik İşveren Hazırlık Raporu


Hazırlayan: Dr. İ.Ethem Geçim

Bir yandan bir hekim bir yandan da meyve üreticisi olarak yavaş yavaş sezonun uyanış dönemine girdiğimiz bu günlerde, salgının tehdidi altında bahçelerimizden tam ürün alabilmek için neler yapabileceğimizi özetlemek istedim.
Şu günlerde nispeten düşük sayıda insan gücü ile budama işleri tamamlanmak üzere. Sulama sistemleri de bakımdan geçmekte. Gelecek dönemde önce sulama ve gereğinde ilaçlama başlayacak. Ardından en yüksek sayıda insan gücü ihtiyacının oluştuğu meyve toplama dönemi gelecek.  Yılın en yoğun iş dönemi, COVID-19 tehdidi altında, insanların bahçeye taşınırken bir araca geçen yıl sığdırabildiğimizin en iyi olasılıkla yarısı kadarını sığdırabileceğimiz, dinlenirken veya yemek yerken bir araya toplanamadıkları, tuvalet vb insani ihtiyaçları için çok daha dikkatli olmamız gereken, kişisel hijyen tedbirlerinin işçilere zorunlu olarak dayatılması gereken zor bir dönem olacak.  
Her ne kadar medyadaki yayın yoğunluğu gereği artık sıradan vatandaşın bile Viroloji dalında epey ilerlemiş olmasına şahit olsak bile, yine de özellikle kırsal kesimden gelecek çalışanların hem kendi sağlıkları hem de birlikte bulunacakları topluluğun sağlığı gereği yeniden virüsle ve korunma tedbirleri ile ilgili bilgilendirme, gözetim ve alt yapı düzenlemesine mutlaka önceden hazırlanmak gerekecektir. Belki de bundan sonra uzun bir süre hiçbir şey eskisi kadar rahat olmayacak, bundan sonraki yıllarda da her tür bulaş riskleri ile yeni bir çalışma tarzı oluşturmak zorunda kalacağız. Bunu zaman gösterecektir.
Sağlık Bakanlığımız https://covid19bilgi.saglik.gov.tr/tr/ sayfasında COVİD19 ile ilgili en güvenilir ve güncel bilgileri vermiştir. Öncelikle işveren olarak bu sayfada belirtilen tüm bilgileri özümsemek ve çalışanlarımızı da bu konuda iş süresince eğitmek ile işe başlamak yerinde olacaktır. Sağlık bakanlığı bilgilendirmeleri düzenli olarak takip edilmeli ve işçilere düzenli bilgi aktarımı sağlanmalıdır. Bahçemizde 1 yıl süren emeğin semeresinin alınacağı dönemde, maddi başarı yeterli toplayıcı elemanın bahçeye getirilmesi ve iş süresince çalışır olmasına bağlıdır. Bunun da tek yolu çalışanların sağlıklı ve mutlu tutulmalarıdır. Bu meyanda o zamanki salgın şartların ne olacağını tam bilmemekle beraber belki de işçileri bahçeye nakletmeden, COVİD19 tarama testinden geçirilerek işe alınmaları, hem iş süresince dışarıdan sosyal kontaklarının önlenmesi hem de iş yerinde ve dinlenmelerde aralarındaki sosyal mesafenin korunması alt yapısının önceden hazırlanması gerekli olacaktır. 


Bu alt yapı dediğimiz zaman kast ettiklerimizi aşağıda maddeler halinde sunuyorum
  1. Sık sık el yıkamak için yeterli sabun ve çeşmenin işçilerin en kolay ulaşacakları şekilde ve sosyal mesafe gözetilerek hazırlanması. Her ne kadar el yıkamak virüsle mücadelenin ilk basamağı ise de, alkol bazlı antiseptik kullanımı da işçiler arası bulaşı önlemede bahçede mutlaka bulundurulmalıdır. İşçi sayısına göre yeterli hijyenik tuvalet ve bu tuvaletlerin dezenfeksiyonundan sorumlu yeterli eleman ve dezenfeksiyon sıvı ve püskürtme aletleri temin edilmelidir. İşçilerin kişisel hijyeni önceki yıllarda üzerinde fazla durmadığımız bir konu olsa da, virüsün en azından tuvaletler aracılığı ile bulaşabildiği hatırlanmalı, bulaşmanın önlenmesi için hem tuvalet hijyeni hem de el hijyeni sağlanmasına özen gösterilmelidir. İşçilerin geliş gidiş yaptığı taşıt araçları, yemek yedikleri, dinlendikleri yerler ve tuvaletler hijyende hedef noktalar olmalıdır.  
  2. El sanitasyonu sağlayan sıvıların konulacağı dağıtım şişeleri ve el yıkadıktan sonra tek sefer kullanılan kağıt havlular en azından her tuvalette mutlaka gereklidir. Bu sıvıların temini ve dağıtımı mümkün olmazsa, en azından yeterli sabun, su ve havlu kağıt bulundurulması şarttır.  Her taşıt aracı ve traktörde de el sanitasyon sıvısı bulundurmak gereklidir. Kullanılan tarım aletlerinin insan eli değen kısımları her kullanıcı değişiminde mutlaka dezenfekte edilmelidir.
  3. İşçilerin kullanımına açık kapı kolu, sandalye, masa dahil dokundukları her yer temizlik görevlisi tarafından düzenli olarak dezenfekte edilmelidir. Her bir bahçe ya da işyeri bu dezenfeksiyon ile ilgili bir uygulama planı yapmalı ve bu uygulamayı yapan, yeterli kişisel korunma gereçlerine sahip (maske, tulum, eldiven, gözlük) temizlikçi de kontrol altında olmalıdır.  
  4. Yaz aylarında işçilerin en büyük gereksinimi soğuk sudur. Bu suyu doldurdukları sebil, musluk ve bardaklar bir bulaş kaynağı olabilir. Bu nedenle sebil ve musluklara dokunarak birbirlerine virüs yaymalarının önlenmesi için tedbirler alınmalıdır. Virüsün musluk başlıklarında, cam ve metal bardak ve tabaklarda uzun süre canlı kalabilmesi bir tehdittir. Bu nedenle her işçinin kendi şişesi ve bardağının tek kullanımlık olarak temini veya sabahtan verilen metal bardağın akşam toplanarak deterjanlı suda yıkanıp ertesi gün tekrar kullanılması gibi çözümler üretilebilir. Sebil veya musluğun da el dokunulmadan kullanılması sağlanmalıdır. Örneğin her işçiye aralıklı olarak yeterli hijyenik tedbiri alınmış bir kişi tarafından düzenli ve elle dokunmalarına izin vermeksizin su ikramı düşünülebilir.
  5. İşçilerin günlük elbiseleri ayrı bir bulaş kaynağıdır. Ya her gün evden yeni temizlenmiş elbiselerle gelmeleri sağlanmalı ya da işyerine gelir gelmez, tek kullanımlık işçi tulumu giymeleri temin edilebilir. Elbise değişme yerlerinde sosyal mesafenin korunması ve tulum giymek amacı ile çıkardıkları kendi elbiselerinin yeterli ultraviyole alabilecekleri güneşli bir yerde havalandırılmaları yeterli olacaktır.
  6. İşçilerin birçoğu ülkemiz şartlarında gündelikçi olarak çalışmaktadırlar ve o gün alacakları gündeliğe ihtiyaçları vardır. Bu nedenle kendilerini iyi hissetmeseler de çok hasta olmadıkça işe gelecek ve birlikte çalıştıkları arkadaşlarına hastalık bulaştırma riski getireceklerdir. Bu nedenle işçilerin sabah geldiklerinde ve gün içinde aralıklı olarak ateşlerinin ölçülmesi ve hasta görünenlerin ya da öksürük, halsizlik, nefes sıkıntısı gibi semptom verenlerin doktor muayenesinden ve gerekirse COVİD 19 testinden geçmeleri uygun olacaktır.  En doğrusu bu kuralları sadece geçici meyve toplama işçilerine değil işveren de dahil tüm çalışanlara uygulamaktır.  Eğer gerek varsa, işçinin hasta olup olmadığının tam anlaşılmasını beklerken enfeksiyon yayıcı olmaması açısından 2-3 günlük yevmiyesini ödenerek bahçeden geçici süre uzaklaştırılabilir ve gidişata göre yeniden işe çağrılır veya hastaneye gitmesi tavsiye edilerek uzaklaştırılır.
  7. İşçi çalıştırırken “kompartmantalizasyon” adı verilen yöntem izlenebilir. Bu yöntemde günlük çalışacak işgücü gruplara ayrılır. Bir grup çok erken saatte gelir. Çalışmaya başlar ve onlar ara verdiğinde bir sonraki grup 2-3 saat sonra getirilip işe başlar. Bu şekilde bir grup örneğin yemek için ara verdiğinde diğer grup iş başında olur. Gerek işçilerin nakli gerekirse ara vermeleri esnasında birbiri ile temas eden grupların sayıları azaltılarak risk küçültülür. Özellikle yemek ve mola sırasında birbirinin tabağından yemek paylaşan birbirinin sigarasını içen işçilere geçmiş tecrübelerimizde rastlanmıştır. COVİD19 un özel bir durum olduğu işçilere tekrar tekrar anlatılmalı ve sosyal mesafe yemek arası ve molalar sırasında da korunmalıdır.
  8. İşveren olarak çalışacak işçiler arasında din, dil, yaş ve cinsiyet ayrımı tasvip edeceğimiz bir durum olamaz. Öte yandan COVİD19 hastalığı özellikle 60 yaş üzerinde, erkek ve ek hastalıkları olan kişileri etkilemektedir. Örneğin sigara içenlerde COVİD19 dan ölme riski içmeyenlere göre 14 misli daha yüksektir. Sonuç olarak, eğer işverenin seçme şansı varsa, olabildiğince genç, sigara içmeyen, ek hastalığı olmayan (Şeker ve tansiyon başta olmak üzere) bayan işçilere öncelik verilmesini öneriyoruz. İşçilerin seçerken üst yaş sınırının 60 olması ve yaş gözetmeksizin sigara içen ve ek hastalığı olanların tercih edilmemesi tavsiye edilir. Seçme şansı yok veya kısıtlı olsa dahi, riski yüksek işçilerin, bahçede diğerleri ile temasının daha az olacağı işlerde ve bölgelerde görevlendirilmesi, yemek ve mola aralarında diğer işçilerle temaslarının daha kısıtlı olmasının sağlanmaya çalışılması önerilir. Bu arada işçilerin anlatılanları tam anlamaları çok önemlidir. Ülkemizde gerek farklı anadilleri olan yerli işçiler, gerekse komşu ülkelerden gelmiş ve gelmekte olan farklı diller konuşan yabancı ülke vatandaşı işçiler çalıştırılabilmektedir.  Bunların birçoğu kırık ve yetersiz Türkçe konuştuklarından iletişimin sağlık açısından bu denli önemli olduğu bir durumda risk oluşturmaktadırlar. Bu durum göz önünde bulundurularak her işçinin başta sağlık bakanlığının web sitesinde anlatılanları tam dinleyip tam anlamış olduğundan emin olunmalıdır. Gerektiğinde iletişimi garanti edecek tercümanlar kullanılmalıdır.
  9. Toplanan meyveleri almak için gelen nakliyecilerin potansiyel olarak işçilere COVİD19 getirme olasılığı da az değildir. Virüsün özellikle plastik kasalar üzerine yapışarak uzun süre canlı kalacağı akılda tutulmalıdır. Bu nedenle meyve kutusu, kasa ve benzeri taşıma araçlarının virüs taşıdığı varsayılarak işçilerimizin boş kasalara tercihan dokunmamaları, dokunmaları şartsa bu kasaların önceden dezenfeksiyonu, sabunlu su ile yıkama, güneş ışığı altında bırakma gibi basit yöntemlerin dahi virüsü öldürücü olacakları açıktır. Burada dışarıdan gelen nakliyecinin dokunduğu yerlerden bizim işçilerimize dokunma yolu ile hastalık bulaştırabilecekleri hesaplanarak, nakliye kasaları ve bunların sanitasyonu planlanmalıdır. Klasik sabunlu su, hem meyvelerin organik vasfını bozmayan hem de virüsü elimine etmek adına meyve kasalarını temizlemekte kullanılabilir.
  10. Bilgisayarlar ve diğer klavye içeren aletler artık meyve bahçelerinde dahi günlük hayatın bir parçasıdır. Klavyelerin de dokunma yolu ile önemli bir bulaş kaynağı olabileceğini vurgulamak gerekir. Buna yönelik hijyene ve dezenfektan madde kullanımına dikkat edilmelidir.
  11. İşçilere ödeme yapılacaksa, para banknot ve metallerinin, virüsün uzun süre canlı kaldıkları rezervuarlar oldukları hatırlanmalıdır. Paraların sanitasyonu oldukça güçtür. Bu nedenle para sayım ve dağıtımının tercihan eldivenle yapılması. İşçilerin paraya dokunmalarını takiben ellerini asla ağız ve yüzlerine değdirmemeleri, tercihan her dokunmayı takiben ellerini 20 saniye köpürterek sabunla yıkamaları sürekli hatırlatılmalıdır.


16 Mart 2020 Pazartesi

TİFÜSTEN CORONA'YA

TİFÜSTEN CORONA’YA
Burada anlattığım, dünyadan ayrıldığında baş ucunda olduğum, birkaç günlük tedavisi sırasında anlattıklarının bendeki etkisi aradan geçen bir ömre rağmen değişmeyen bir meslek büyüğümden dinlediklerimdir. Sizleri bundan yıllar öncesine götüreceğim. Ankara Tıp fakültesi son sınıfta Kardiyoloji Kliniğinde öğrenci/intern olduğum sırada (1983 veya 84 yılı olmalı), hasta olarak yatan 80 li yaşlarında bir meslek duayeni ile tanıştım. Soyadı kanunu çıkınca doğduğu şehir olan Erzin soyadını aldığını anlattığını çok iyi hatırlıyorum. Evet Hıfzıssıhha kurumunun efsane başkanı Dr Niyazi Erzin Hoca’dan söz ediyorum.
Hatırladıklarım şunlardır: İstanbul Tıp Fakültesini bitirdikten sonra “ Rockefeller Vakfı”nın da katkılarıyla yurt dışına gitmiş ve bulaşıcı hastalıklar uzmanı olarak yurda geri dönmüştü. Geri dönmüştü diyorum zira Avrupa’da yetişmiş uzman bir hekim o günlerde dünyanın istediği şehrine yerleşir ve krallar gibi yaşar hem de savaştan, sefaletten uzak durabilirdi. Demek ki bursu nereden alırsan al, vatan sevgisi kalbinde bir yer etmişse, dönüp dolaşıp geleceğin yer ve hizmet etmekten en mutlu olacağın yer tartışmasız yine kendi ülkendir. Burs aldı diye kimse kimsenin esiri kölesi falan da olmuyor. Özellikle de tıp alanında en önemli gelişmeleri ülkemize getirenlerin hemen tamamının geçmişinde dünyadaki önemli tıp merkezlerinde eğitilmiş olmak vardır. Ben şimdi de yetiştirdiğim gençlerin eğitimlerinin bir safhası olarak mutlaka en ileri merkezlere gitmelerini teşvik ediyor ve onların gittikleri yerlerde geçimlerini sağlayabilmeleri için elimizin erişebildiği her bursa baş vurmalarına yardımcı oluyor, bu gençler geri dönüp ülkemize hizmet kalite çıtasını 1 milim yükseltince de büyük gurur duyuyorum.
1930 lu yıllarda dünyanın baş belası tifüs hastalığı ve kimilerine göre II dünya savaşının sonucunu tayin eden en önemli faktörlerden birisi Rusya muhasarası sırasında Almanların Doğu Ordusunda ortaya çıkan tifüs salgını. Tifüsün önemini çok iyi anlayan dönemin savaş meydanı görmüş yöneticileri Atatürk ve İsmet Paşa, Ankara’da Hıfzıssıhha Enstitüsünde tifüs aşısı üretimi için seferberlik ilan ediyorlar. Birbirlerinden farklı gruplara araştırma fonları sağlıyor, bir yarış başlatıyorlar. Bu araştırmaları yapanlardan birisi nurlar içinde uyuyan, rahmetli Hocamız Prof Behiç Onul. Behiç Onul Hoca bu araştırmalar sırasında kendisi Tifüs Hastalığına yakalanıyor ve ölümden dönüyor. Yerli ve milli aşıyı geliştirmek ise Dr Niyazi Erzin Hoca’ya kısmet oluyor. Türk ordusu savaşa girmiyor ancak girse bile en azından Türk askeri tifüs hastalığından kırılmayacak bir teknoloji düzeyine sahip daha o zaman. Bu üretim bağımsızlığı 1980 lere kadar da devam ediyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin birçok aşıyı ürettiğini ve bu aşıları ihraç ederek ülkemize hem stratejik güç hem de katma değer kazandırıldığını benim yaşıtlarım çok iyi hatırlar. Diyeceğim o ki, belki de o günlerde yaşıyor olsaydık, ilgili merkezler ve eminim ki o zamanki Hıffzısıhha Enstitüsü, bu yeni Corona virüsün aşısını imal etmek için inanın çoktan yolu yarılamış olurdu. Derler ya aynası iştir kişinin diye.. İşte kurumların da aynası iştir.
Derken ben de 1984 yılında mezun olur olmaz gittiğim bir Anadolu köşesinde kendimi ilçenin aşı kampanya sorumlusu olarak buluverdim. Amacım burada politik bir yazı yazmak değil ama, aşı kampanyasında kullanılan aşıları milyar dolarlık dış kredi ile satın aldığımız “açık seçik” bilinmektedir. Elbette bunun savunması da “yerli aşının çok pahalı ve üretiminin verimsiz olduğu vs. şeklinde yapılmıştır. O zamanki idarecilerimiz, o an için belki haklılardı ancak, ithal aşıya milyar dolarlık harcamalarla yapılan bu kampanyanın uzun dönemde yerli ve milli aşı sanayiine olan etkisini ya gözden kaçırdılar ya da görmek istemediler. Maalesef bizim mesleğin bazı özellikli yönleri var. Et ve Balık kurumu mezbahasını kapatıp 3-5 yıl sonra vaz geçtim deyip birkaç kasap bulup başka bir yerde yeniden açabiliyorsun ancak tıpta çalışan hele de aşı üretimi gibi karmaşık bir sistemi kapatıp yeniden lazım olduğunda bir daha açamıyorsun. Üstelik kartvizitlerine unvanlar yazarak hormonlu yükseltme ile ortaya çıkan neo-akademisyen modeli bu durumlarda fazla işe yaramıyor. Ve işte şimdi, 500 mikron çapında, kağıt filtrelerden bile geçemeyen, kafasına dökülen kolonyaya bile dayanamayan sersem, yağlı ve hantal bir virüs, neredeyse dünyayı esir alırken, belki de o zaman bilerek tasfiye edilen yerli aşı sanayimizi en çok özlediğimiz zaman geldi çattı. Şimdi her sabah gazetede yeni haberlerle uyanmaya başladık bile: Şu ülke virüsü kuyruğundan yakalayıp kafese tıktı, bu ülke ilaç icat etti, falanca ülke aşı denemesine başladı, sürüp gidiyor. Türkiye’ nin aşı ve ilaç pazarındaki harcamaları dünyadaki harcamaların binde yedisine denk geliyormuş. Gönül ister ki ilaç ve aşı satışında da en az bu kadarlık pay sahibi olalım ama hatalarımız ve sevaplarımız ortada!
Bu yazımı, yine birtakım burslarla, bugün aşı pazarının önderlerinden Pastör Enstitüsünde eğitildikten sonra ülkemize geri dönen ve 1940 larda Akçakale’de çıkan veba salgınının ülkeye yayılmasını haftalarca çadırda kalarak önlemeye çalışan, yine nurlar içinde uyuyan sevgili Hocam Prof Kemal Özsan’a ithaf etmeden geçemeyeceğim. Evet Kemal Hoca da yurt dışında eğitim görmüş ancak Akçakale veba salgınında kendisi veba hastalığına yakalanarak ölümden dönmüştü. Daha ilginci o öyle bir terbiyeden gelmekteydi ki, ölümden döndüğü, filmlere konu olabilecek bu hikayeyi, eline kıymık batmış da cımbızla çıkarmış tevazuu içinde bize anlattığı anları da unutmamız mümkün değil. Kim diyebilir ki, geçmiş yüzyıllarda veba, çiçek ve Tüberküloz, bugünkü corona’ dan daha az sıkıntı yarattı? Bugün aşı yapamasak da salgına direnme içgüdümüzün çoğu bence o nesilden aldığımız sosyal genlerden geliyor.
Sizlere birkaç portre sunmaya çalıştım. Rockefeller ve Pastör enstitüsü bursları ile yurt dışında eğitilmiş ve ülkelerine dönüp hizmet ederken canlarını hiçe saymış portreler. Yani bu Rockefeller ve Pastör enstitülerinde vatanseverlik dersi verselerdi acaba bu insanlar daha ne yapabilirlerdi ülkeleri ve insanları için? Bu insanların sanki suçlularmış gibi kitaplara listesini yazmak marifet olmamalı! Hani bir söz var dilimizde ..canı pahasına.. diye! İşte bu canı pahasına hizmet vermiş insanların, sırf yurt dışında eğitildiler veya beğenmediğiniz yerlerden burs aldılar diye töhmet altında kalmalarını ben içime sindiremedim. Keşke onlar olsaydı, keşke ülkem aşı ve serum üretmeyi sürdürüyor olsaydı..

13 Ağustos 2018 Pazartesi

TIP HATALARDAN DA ÖĞRENİR!


İngiltere'de Pediatrist Dr Hadiza Bawa-Garba 14 ay süren annelik izninden döndükten sonraki 18.2.2011 deki ilk nöbetinde Down sendromlu küçük erkek çocuğunu görür. Ailesi çocuğun çok hasta ve ishal olduğunu ifade etmektedir. İlk muayeneden sonra hasta gastroenterit ve dehidratasyon nedeniyle tedaviye alınır ancak durumu kötüye gider. Sonuçta esas sorunun pnömoni olduğu anlaşılır, antibiyotikler başlanır, çocuk septik şoka girer organ yetmezliği ve jkalp krizi nedeniyle ertesi sabah vefat eder.
Aile şikayetçi olur ve Dr Bawa-Garba yargılanarak şiddetli ihmal sonucu ölüme sebebiyet ile suçlanıp, 3 yıl meslekten men ile cezalandırılır. Dr Bawa-Garba’nın başvurusu üzerine GMC (Sağlık Otoritesi) ise doktor lehinde yüksek mahkemeye itirazda bulunur ve itirazı haklı bulunarak Dr'un mesleki hakları iade edilir.

Bu arada, Dr'un temyizine destek için 160,000 £ toplanırken 1500 Dr, Dr un gördüğü muameleyi "tıpta hatalardan öğrenme geleneğini tehdit eden, hatası olanın bunu açıkça ifade ederek aynı hatanın tekrarlanmasının önlenmesi ilkesini tehdit ettiğini ifade eden bir mektubu imzalarlar. İmzacı ların söylediği şudur: Her ölen hasta için böyle mahkeme, dava vs yoluna giderseniz, Dr ların hiçbirşeyi açıkça anlatmamalarına yol açacaksınız. Tıbbın gelişmesinin yolu, Dr lar üzerindeki tehditleri artırmak değil, eğer varsa önce hataları tespit sonra açıkça tartışmaktır.

Sonuç olarak İngiliz Dr ları birliği bu kararı takdir ederek, özellikle eğitimini tamamlamamış Dr ların hata yaprıklarında korunmasız olmadıklarına dair bir güvence verdiğinden duydukları memnuniyeti ifade ederlerken, vefat eden çocuğun ailesi ise: Mahkemenin kararı başlı başına bir utançtır. Dr ların canları ne isterse onu yapabileceklerinin tescilidir. Üst mahkemeye itirazda bulunacağız. Bütün dertleri Dr’luk mesleğidir. Görünen odur ki herkes Dr lardan korkmaktadır. Dr lar da dokunulmaz olduklarını düşünmektedir..

Sonuç: Dr-hasta ilişkilerinde mediko-legal sorunlar evrenseldir. İngiltere'de gündemi epey işgal eden bir davayı yorumsuz olarak yansıtmak istedim. Umarım sesimi duyan hukukçular ve kanun yapıcılar da olur. Bu satırlarım da onlara bir katkı olur. Saygı ile.