19 Kasım 2013 Salı


SAĞLIKTA DÖNÜŞÜMÜN GÜNDÖNÜMÜ

Prof Dr İ.Ethem Geçim

Sağlık sektörünün başta ABD olmak üzere tüm dünyada hem çalışanlarını hem hizmet alanlarını, birini yaptığı işten diğerini aldığı hizmetten memnun olmamaya ve günden güne mutsuzluğa iten faktörler üzerinde durmaya çalışacağız. Geçenlerde New York Times gazetesinde ABD deki güncel tartışmaları bildiren bir makale bu blogun da iskeletini oluşturmaktadır. (1) Amerika’da olanları okudukça aslında sağlık sektörünün tüm katmanlarına doğru dünyanın her yerinde aynı namludan aynı mermilerin atıldığı hissini kolayca alacaksınız. Özet olarak, bu mermileri atanların amacı, “sağlık hizmetlerini pahalılaştırın, sağlık çalışanlarını köleleştirin, işletme karlarını maksimum yapın ki halkın sağlık harcamaları sermayenin eline aksın” hedeflerine hizmet etmektedir.
 Makaleye bakılırsa Amerikan halkı ve parlementerlerinde darısı başımıza diyeceğimiz şekilde bazı uyanma belirtileri başlamıştır. Medicare’in (Amerikan SGK sının) isteği üzerine toplanan bir komisyon (The Medicare Payment Advisory Commission), doktor muayenehanelerinde veya küçük sağlık birimlerinde düşük maliyetlerle yapılabilen birçok işlem için hastanelere ödenen yüksek bedelleri azaltmayı tavsiye etmiştir. Adını sağlık kampüsü mü koyarsınız, birkaç bin yataklı sağlık şehri mi artık ne derseniz deyin. İşte dünyanın diğer bölgelerine de yayılma eğilimi gösteren bu geniş yapılanmaların Amerika’daki orijinal versiyonlarını savunanların ileri sürdüğü avantajların başında gelen “iyi hizmeti ucuza mal etme” konusunun pek de öyle düşünüldüğü gibi olmadığı yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştır! Amerikalıların sigaranın zararlarını iyice anladıktan sonra tütün endüstrisini ülke dışına kovdukları gibi, zararını anladıkları başka sektörleri de sınırdışı etme çabaları, umarım aynı zararları diğer ülke ve toplumların görmesine yol açmaz.
Temeli hür teşebbüs üzerine inşa edilmiş ülke olan Amerika’da, tüm dünyanın ilgiyle izlediği şekilde müteşebbis doktorların muayenehanelerini, dal merkezlerini, hekim gruplarına ait sağlık merkezlerini, hekim olan kurucu ve işletici sahiplerinden satın alıp tek elde toplayarak işletmecilik fizibilitesi açısından daha başarılı olunabileceği iddiasıyla yola çıkılmıştı. Bu meyanda birçok doktor kendisine ait muayenehane veya grup olarak çalıştıkları birimleri dev hastane sistemlerine devredip, daha sonra kendi işyerlerinde yeni patronun memuru olarak çalışmaya başlamak zorunda kaldılar. Sonuçta kazın ayağının öyle olmadığı, bu yeni yapılanmanın hem hastaların hem de sigorta şirketlerinin ödediği parayı artırdığı yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Elbette ABD de de tüm bunlara basiretsiz kanunlar çıkararak yol açan politikacıların hiçbiri de bu sonucu haliyle üstüne alınmadı henüz.Bakalım Amerikan seçmeni yakında nasıl bir fatura kesecek ilgililere.
 Aslında tüm bu haşinliğin mağduru gözden kaçan tek ve en önemli faktördür. İnsan faktörü! Her işte olduğu gibi, tıp sektöründe de ertesi gün yine aynı işi yapmak zorunda olan ve bu meyanda hastasının kendisinden maddi manevi olumsuz hislerle ayrılmaması için elinden geleni çoğu zaman da tartışmasız “insan üstü çabalar” ile gerçekleştiren hekimi, işinin sahibi olmaktan çıkarıp memurlaştırmaya doğru transforme edince, balon hava kaçırmaya başlamıştır. Zira bir tanesinin işi, hayatı, geleceği herşeyidir bu meslek, başka gidecek yeri de  yoktur, diğeri ise sadece kazanç için oradadır ve sadece daha karlı bir iş buluncaya kadar kalacaktır. Sonrası ise umurunda bile değildir. Üstelik doktorun kafasına vur lokmasını al tarzında çalışan, çıkar bir gecede bir yönetmelik, sal üstüne yerel sağlık otoritesinin denetimcilerini, yolla vergi denetmenini, salla tepesine malpraktisin kılıcını, oku canına, yaptır istediğini şeklinde çalışan üniversal sağlık yönetim modeli de artık çok daha zorlaşmıştır. Zira artık denetmenlerin karşısında, ana korkusu mahcubiyet olan kibar doktor amca yerine, senatoda lobisinden basında köşe yazarına kadar çok daha organize işler yapan büyük güçlerin memurları vardır. Denetim de artık sadece sağlık değil aynı zamanda ticaret kuralları ile yapılır. Hadi doya doya denetleyin, hadi alın alabilirseniz burunlarından bir tek kıl da görelim bakalım diyesi geliyor insanın. Elbette güneş balçıkla sıvanmayacak ve belki de yakın gelecekte, doktor kusura bakma, meğerse eski muhatabımız olan sen bu işi, hastaneyi şimdi idare eden sermaye şirketinden çok daha iyi ve halk yararına düşünen bir şekilde yapmaktaymışsın. Lütfen eski sisteme geri dönelim. İşte bu dediğimiz ne kadar olur ve ne zaman olur bilemem ama olursa artık hiç şaşırmayacağım. Zaten kimi ülkelerde “hastaneleri muayenehanelere çeviriyorsunuz” ithamı ile vazgeçilen döner sermaye sistemlerine tekrar geri dönme uygulmalarının başlaması, bu durumun farkına varanın sadece bu satırların yazarı olmadığını da ortaya koymaktadır.
Şimdi bu söylediklerimin ABD deki kanıtlarına geçelim. Komisyonun tespitleri aynen şöyle: Büyük hastane sistemleri, eskiden doktorlara aitken şimdi mülkü de kendilerine geçmiş olan kliniklerde, aynı tıbbi işlemleri yapmak için eskiye göre daha yüksek ücret talep etmektelermiş. Örneğin doktor sahipler zamanında poliklinikte 15 dakikalık bir hasta muayenesi için Medicare(Amerikan SGK sı) 58 dolar öderken şimdi bu ücret 98.70 dolara yükselmiş. Bu yükselmede hastanın cebinden çıkan kısım da eskiden 14.5 dolarken şimdi 24.68 dolara yükselmiş. Yine eskiden kendi hesabına çalışan bir Kardiyoloğa bir Ekokardiografi tetkiki için muayenehanesinde 188 dolar ödeyen Medicare şimdi aynı doktorun sahibi farklı olan aynı mekanda yaptığı aynı işleme 452 dolar ödemek zorunda kalmaktaymış. Üstelik bu işlemden doktorun kazancının önemli bir yüzdesi de hastane sistemi tarafından kesilmektedir. Yani hastanın harcaması artmış, hizmeti verenlerden de davul boynunda olanın kazancı azalmış, tokmağı kapan ise lokmayı da kapmış. Komisyon da haklı olarak, aynı işe şimdi niye daha fazla para ödeniyor, bu ödemeleri eski haline getirin demiş ama artık çok geç. Atı alan Üsküdar yakınlarında..Zira ortada artık eskisi gibi diş geçirmesi kolay doktor muhataplar yerine, kendilerine göre girdi ve verimlilik hesapları yapan, üstelik çevredeki tüm sisteme sahip oldukları için karşılarındakilerin pazarlık gücünü çok kolay kıran finans sistemlerini kim nasıl alt ederek bu fiyatları geri indirebilecek herkes merakla bekliyor.
Sorun bununla da sınırlı değil. Örneğin eskiden her cerrah muayenehanesinde basit bir kıl dönmesi absesini lokal anestezi ile açıp hastayı eve gönderebilirken, şimdiki sistem doktoru, neticede yapacağı ciro ile bağlayıp, basit bir abse de olsa hemen hastayı hastaneye götürüp ameliyathane şartlarında  aynı tıbbi işlemi yapıp misliyle para yazmaya teşvik ediyor. Ve, doktor artık memurdur. Haliyle, “tabii efendim nasıl arzu edersiniz” demek zorundadır ve diyor da , olan da aynı abseye misliyle para ödeyen her kim ise ona oluyor. ABD de son rakamlara göre gitgide daha fazla doktor muayenehanesini ve özel çalışmayı bırakıp hastanelerde çalışmaya geçmekteyken, gitgide daha fazla tıbbi işlem küçük muayenehane gibi yerlerden büyük hastanelere doğru kaymakta ve haliyle bu da masraflara olumsuz yansımaktadır. Sonuçta bu komisyon “eğer sözümüzü dinler dediklerimizi yaparsanız, büyük hastane sistemleri % 5 daha az kazanır ancak Medicare’in bu işten yılda 1.8 milyar dolar tasarrufu olur diyorlar. Bu tabii evdeki hesap, bakalım çarşıdaki hastane sistemleri o % 5 i size yedirir mi?
Buna cevap olarak, hastane sistemleri ki, bir zamanlar “muayenehanelerin pahalı olduğunu, toplu sistemlerin, dev hastane organizasyonlarının daha karlı olduğunu savunan bu meyus ve gaddar sistemler ve bunların temsilci kuruluşları” zaten Medicare her zaman hakedilenin altında bir karşılık ödüyor, bu nedenle yapılacak her yeni tasarruf işleri daha da kötüye götürür, diye haklı çıkmaya çalışmakta. Bu hastane sistemlerinin ana temsilcisi American Hospital Association denilen kuruluşun başkan yardımcısı Joanna Kim, hastanelerin, doktor muayenehanelerinin hiçbir zaman karşılaşmadığı birçok ek masrafı olduğunu, haliyle maliyetleri fazla olanların da daha fazla para isteyeceğini söylüyor ve bir yandan da politikacılara aba altından sopa gösteriyor, “eğer hastanelerin parasını keserseniz biz de hizmeti gözden geçiririz ve bundan da fakir ve kronik sorunları olan hastalar –yani sizin seçmenleriniz- zararlı çıkar” diyor. Gerçekten de büyük hastanelerin mutlaka olması gereken acil servislerinden morglarına kadar birçok zorunluluğu var ve bunların da hepsi masraf demek, kabul. Kabul de, küçük birimlerde daha ucuza mal edilebilecek işlemleri büyük hastanelerde daha pahalıya yapmaya zorlamak ne akla hizmet? Ya da bir yandan masrafları azaltmaya çalışırken bir yandan hastanelere getirilen masraf yükseltici zorunlulukları artırmanın mantığını da ayrıca sorgulamak lazım.
Öte taraftan, Medicare’in başkan yardımcısı Jonathan Blum, kongre üyelerine yaptığı konuşmada nerede yapılırsa yapılsın aynı işe aynı ücreti ödemenin esas olduğunu söylemiştir. O halde örneğin bir kıl dönmesi absesini veya tromboze hemoroid vakasını muayenehanesinde veya küçük bir ameliyathanede kolayca çözen bir hekim tedaviyi koskoca hastane sistemininkinden çok daha ucuza mal edecek ve bakalım hastanelerin buna tepkisi nasıl olacaktır. Zira hastane sistemlerinin para kazanabilmesi için istedikleri yöntem, hastanın önce bir hekim tarafından görülmesi ve dokunmadan hastaneye sevk edilmesi ve gereken işlemin orada yapılmasıdır. Birçok büyük ve masraflı tedavi için bu doğru olsa da proktoloji gibi, kadın doğumcuların, oftalmologların veya KBB cilerin çözdükleri gibi muayenehane ortamında çözülebilecek birçok sorunun illaki hastaneye nakledilmesinden kimin karlı kimin zararlı çıkacağı ortadadır. Veya bir psikiatr, yatırmayacağı bir hastayı neden bir muayenehanede değil de illaki beş bin yataklı hastenede görmelidir ki?
Gelelim endikasyon konusuna. Komisyonun ifadesine göre 2010-2011 arasında Medicare hastalarına bakıldığında, hasta başına düşen ekokardiografilerin doktor muayenehanelerinde yapılanlarında % 6 azalma varken hastane polikliniklerinde yapılanlarında % 18 artma vardır.Yani, aynı test, hastanede çalışan hekimlerce daha liberalce istenmektedir. Bu durumun nedeni hem Medicare’in ödeme politikaları ile hem de ABD’de hızla artmakta olan hastane yatırımlarında ve buralarda çalıştırılan kardiyologların sayılarında,davranışlarında ve ücretlendirilme yöntemlerinde aranabilir. Hastane sistemlerinde çalışan kardiyologlar artmaktayken, hastalara daha fazla eko yapılıyor olması, aynı uzmanın hastaneye oranla muayenehanede daha ekonomik çalıştığını göstermekte midir acaba? Ya da başka bir şekilde soralım, büyük olan mutlaka iyi midir yoksa sağlıkta dönüşümün foyası iyice ortaya çıktı ve artık gün dönümü müdür?
1. ROBERT PEAR. Medicare Panel Urges Cuts to Hospital Payments for Services Doctors Offer for Less. The New York Times ,Published: June 14, 2013


4 Ağustos 2013 Pazar

Sağlıkta İşgücünün Doğru Kullanımı Üzerine


Son zamanlarda ülkemizde aile hekimlerine acil servis nöbeti tutturulması ile gündeme gelen tartışmalarda bir bilgi ve yorum karmaşası yaşanması üzerine, sorunu daha geniş bir perspektiften gösterebilmek adına bu yazıyı kaleme aldım. Sosyal medyada da ilgi gören sloganım şudur: Amaç ne hekime angarya ne de halkı geceleri doktorsuz bırakmak olmalı. Tartışırsak çözümü buluruz.
Öncelikle çağdaş tıp uygulamalarının en önünde gelen ABD ve İngiltere başta olmak üzere birçok ileri ülkede tıp hizmet sektöründe işgücü arz talebinin dengeli olarak geliştirildiğini ve sürdürüldüğünü teslim etmek gerekir. Ülkemizde hekim açığı olduğu inancı insanların aklında öylesine yer etmiştir ki,bugün 50 tane daha tıp fakültesi açsak ve yılda 10 bin tane daha doktor mezun etsek hala “bu sayı da yetersiz” diyecek birileri çıkarsa şaşırmayacağım. 
Halbuki, keramet hekimin sadece sayısında olsa, ülkelerarası tıpta gelişmişlik dizilimi çok farklı olurdu

. Örneğin Kazakistan ve Moldova daki akrabalarımıza bakarsak, kişi başına düşen doktor sayısı, Britanya’nın Wales bölgesinden veya bazı kuzey bölgelerinden daha yüksek. Sizce İngiltere sağlık hizmetleri standardı yukarıda söylediğim ülkelerden daha mı geri? Yoksa keramet kişi başına düşen hekim sayısında olmayabilir mi veya her yere bir sağlık kurumu ve içine de hekimler doldursanız bile hala sağlık hizmetlerinde yeterince ilerleyememenin, daha düşük hekim sayıları ile daha yüksek kalitede hizmet veren ülkeler olmasının açıklamasını nasıl yapacaksınız?

Son zamanlarda şeffaf ve metodolojik açıdan işgücü tespitine yönelik olarak referans verebileceğim en önemli çalışmalardan bir tanesini Türk Cerrahi Derneği gerçekleştirmiş ve genel cerrahide bir işgücü arz veya talep fazlalığı olmadığı açıkça ortaya konulmuştu. Çalışma bu şekilde sonuçlanmış ve hiçbir merciden hiçbir verisine itiraz gelmemişken, bu çalışmadan sonra dahi cerrah yetiştirmek üzere yeni yapılanmalara gidildiği ortadadır. Bütün dünyada “work shift” denilen,daha kısa sürede, daha az ve ucuza eğitilmiş, riski az olan rutin işleri güvenle yapabilecek  profesyonellerin işgücü haline getirilmesine bir yönelim varken, bizde de 5 yıl eğitip cerrah yetiştirip sonra da bu uzmanları yeterince efektif kullanamama yönünde inatçı bir gidişin olmasını eleştirmemek mümkün değil. Bakın NEJM den bir veri paylaşayım.(1)  Bu çalışmada geceleri fiilen serviste kalan sorumlu doktor olmadan idare edilen yoğun bakım ünitelerinde alınan tedavi sonuçlarıyla, doktorun evinden idare ettiği yoğun bakım ünitelerinde alınan sonuçlar arasında fark bulunamamıştır. Şimdi düşünüyorum yoğun bakımda geçirdiğim gecelerin, yılların acaba ne kadarı gerçekten gerekliydi diye. Belki de daha kolay ve ucuz yetiştirilen sağlık profesyonelleri, benim orada fiilen bulunarak yaptığım işleri bana danışarak ben orada olmadan da pekala yapabilirlerdi. Ben de örneğin daha çok araştırma yapabilirdim. Nöbeti üzerimde baskı aracı olarak kullanan idari mekanizma varken bu konuyu tartışmak dahi mümkün müydü ki o zamanlar?

Şimdilerde tıp fakültesi kontenjan belirlemeleri elbette kendine göre bir hesaplama ile yapılmakta ancak bu hesaplamanın şekli, şeffaflığı ve kamu vicdanında inandırıcılığı da ayrı tartışma konusudur. Acaba Türkiye’de gerçekten hekim işgücü açığı var mıdır? Eğer varsa, bu açığı kapatmak için illaki mevcut hekimleri gizli ya da açık işsizliğe itecek derecede bir hekim enflasyonu yaratmak şart mıdır? Aslında sorun sadece hekim işgücünde de değildir. İşte eczacılar. İzmir Eczacılar Odası Başkanı Tuncay Sayılkan gazete beyanatında: "Eczane açmak için kısıtlama getiriyorsun ama, yeni eczacılık fakültesi açıyorsun. Böyle giderse bundan 5 yıl sonra en az 10 bin işsiz eczacı olacak" diyerek ne anlatmaya çalışmaktadır?

Bundan 25 yıl önce işletmeci kökenli bir sağlık bakanımız çıkmış ve şöyle buyurmuşlardı: “Ülkenin doktor veya patates ihtiyacı arasında bir fark yoktur”. Evet kimilerine göre Türkiye’nin 100 ton patatese veya kişi başı “x” tane hekime ihtiyacı vardır. Gidin ve neleri tahrip ettiğinize bakmaksızın, bu rakama ulaşıp gelin. İşte bu zihniyet kısa dönemde ne getirir görüyorsunuz ancak uzun dönemde varılan noktadan sorumlular da dahil hiçkimsenin memnun olmayacağına bahse girerim. Buradaki ana düşünce hatası, hekimin patates gibi vegetatif bir meta olduğu, isteyene kese kağıdına koyup verince talebin doyacağı aymazlığıdır. Üstelik fazla patatesinizi gerekirse hayvan yemi olarak da kullanabilirsiniz!Ya hekimi, eczacıyı?

Doktorların nöbet konusu da tamamiyle işgücünün efektif kullanımının bir fonksiyonudur. Doğru dürüst yönetilen bir sağlık hizmetinde zaten günlük mesai dışında ve bir sonraki mesaiyi beklemeksizin hekime başvurabilecek hasta sayısı üç aşağı beş yukarı hesaplanabilir. Mesai dışı işgücü de buna göre planlanır. Acil servislerde sunulan hizmetlerin hem gündüz hizmetleri kadar etkin hem de aynı rahatlıkta ulaşılabilir olması, tüm hastanelerin 24 saat tam kadro çalışmalarından başka bir yolla sağlanamaz. O halde acaba en azından acil ve mesai dışı saatlerde talep edilen hizmette bir azalma sağlanabilir mi? Bakınız şimdi de bu söylediklerime ilişkin bir çalışma sunayım.(2)  Özetle hekimlerin kendi işyerlerindeki mesai saatleri ücreti mukabili biraz uzatılıyor. Birinci basamak doktorlar bir plan dahilinde işyerlerini daha uzun süre açık tutunca hastaları da acile gitmiyor.Gerektiğinde mesai dışı saatlerde de olsa acil yerine yine kendi aile doktorunun ofisine gidiyor. Aile doktorları da kendi çalışma sisteminin rahatlığı ve güvenliği içinde zaten kendi veya iş arkadaşının hastası olması nedeniyle önceden bilgi sahibi oldukları bir hasta nüfusuna, acil servise göndermeye gerek olmadan önemli oranda sorun çözücü olabiliyor. Tabii ki zorlama yok. Herşey hep rızaya,isteğe bağlı. Böylece o bölgeden acil servislere hasta müracaatı azalıyor, ambulans vs acil tıp hizmetleri yeterli hale geliyor, masraf da azalıyor. Bu makalede aile doktorlarının muayenehaneleri hafta sonunun bir günü açık olan hastaların acile başvurma olasılığının % 11 azaldığı,aile doktorlarının muayenehanelerinin haftanın 4 günü mesai saati sonrası 3-4 saat daha uzun süre açık olan hastaların ise acile başvurma olasılığının % 35 azaldığı gösterilmiştir. Bence bütün mesele, sorunu çözmek için kullanılan tarzda yatmaktadır. Yani herşeyde olduğu gibi önce “İyi Niyet”.

Gelelim bizdeki sağlık idare siciline. Doktorların nöbet tutması konusu bizim asistan olduğumuz dönemde 12 Eylül idaresi tarafından hekimlere bir tedip aracı olarak kullanılmaya başlanmıştı. Devrin en yüksek devlet otoritesi "nöbet görevin bir parçasıdır, ek ücreti falan da olmaz” diye kestirip atmıştı. Durun yapmayın, bakın öyle değil falan diyecek olduk, bu sefer de “doktorlara bayrağın ucundan tutun desem para isterler” cevheri yumurtlandı. Bu cevheri duyan bir çoğumuzun dili tutuldu, beynimizin hard diski çöktü,cevap verilemedi.Konu uzun süre tartışılamadı bile ve ancak 1980 lerin sonunda 12 Eylülden uzaklaştıkça, sonraki hükümetler döneminde zorlamadan ziyade özendirme fikri tekrar ağırlık kazanmaya başladı. Bu sefer de, devlette birçok kere tekrarlandığı üzere hekimlere ödenen nöbet parası da ilk zamanlarda nispeten tatminkarken, sonradan artan tüm fiyatlara ve hatta maaşlara karşın, bu kalemdeki ödemelerin artmaması nöbetin özendiriciliğini, ek kazancın motivasyonunu yok etti. Açıkçası, hekim nöbet tuttuğu süre içinde gerek fiziksel ve mental yorgunluğu gerekse gittikçe artan malpraktis baskısı nedeniyle motivasyonunu yitirdi. Bunun üzerine bir de “gece sabaha kadar simit satsam bundan daha fazla para verirler” dedirtecek derecelere gelen maddi yetersizlik, adını ne koyarsanız koyun,hekimi “yapmak istemiyorum” dedirtme noktasına getirdi.

Zorla nöbet tutturmak ve tutmak istemeyeni işini eksik yapıyor gibi yansıtmak ne ise bence nöbeti en iyi şekilde tutup, dinlenme hakkından feda edilerek üretilen bu ek iş karşılığında hak edilen ücreti istemek yerine, "biz nöbet tutmak istemiyoruz" demek, bana profesyonel hekimlik ruhu ile eşit miktarda uyumsuz gelmektedir. Özellikle gece gündüz ve hafta sonu acil servis ve diğer mesai dışı saatlerde sunulan hizmetleri en iyi uygulayan ülkelerden örneğin Kanada’da geçen yıllık ortalama doktor kazancı 248 000 dolar olmuştur. Kanada genelinde herhangibir Acil servise girişten çıkışa ortalama geçen süre 2.4 saat, dövülen doktor sayısı da sıfırdır.Özet olarak, şu kesenin ağzını bir açın bakalım da görelim o zaman nöbet tutmam diyenlerin kaç tanesi fikrini değiştirmeyecek?

Hekimlik mesleğinin çıkarları ile halkın çıkarları arasında bir çatışma olması eşyanın tabiatı gereğidir. Herhangibir hükümete gidip “ben maaş almadan sadece fahri olarak doktorluk yapacağım “deseniz size kim hayır der ki? Elbette ki ülkenin bütününü düşünen hükümetler halka, bütçeden en az parayı sarf ederek en yüksek memnuniyet yaratan sağlık hizmetini sunmayı görev tanımı olarak hedefleyeceklerdir. Dünyanın her yerinde de hekimlerin profesyonel haklarını koruyan meslek kuruluşları, işgücünü örgütleyip bir pazarlık unsuru haline getirerek meslekten elde edilen kazancı da gerçeklerle uyumlu hale getirmeye çalışacak ve sonunda bu noktada zorunlu bir denge oluşacaktır.Medeni dünyada olan da budur. Hükümetlerin ülkenin genel çıkarları aleyhine, hekimlik mesleğini okşamak adına bol keseden maddi ve manevi ödüller ikram etmesi nasıl beklenmemeliyse, ülkenin çıkarlarını da kendi varlık nedeni olan hekimlik meslek mensuplarının istek ve haklarının önünde tutan bir meslek örgütü de benzer şekilde bir dengesizlik unsuru olacaktır. Örneğin, hükümetin ek bir ücret önermeden “geceleri de acil servislerde nöbet tutun” demesi yadırganmamalı ancak meslek örgütünün de “ e iyi olur tutalım bakalım, vatandaşımıza yarasın” demesi mesleği sürdürülemez hale getiren bir dengesizlik unsuru olacaktır. Herkes tahtıravallinin aynı ucunda oturursa olacak bellidir. Ne yazık ki, hekimlerin özel çalışma, mesai dışı çalışma gibi hakları ve pazarlık güçlerinin idamesi konusunda kraldan daha kralcı “tam gün savunucusu” olma garabetini gösteren meslek örgütlerine veya meslek örgüt yöneticilerine, yukarıda anlattığım dengelerini henüz oluşturamamış ülkelerde zaman zaman rastlanabilmektedir.

Denge sözünü özellikle kullanmamızın nedeni şudur. Elbette ki, birbirine zıt iki çıkar kutbundan meslek kuruluşu, hizmetin halka gerek maliyet gerekse uygulama kuralları açısından en uygun nasıl ulaştırılabileceğini de, herhangibir meslekten gelen politikacıdan daha iyi bilmesi sürpriz olmayacağı için, hak ve isteklerinden kabul edilebilir derecede ve gönüllü olarak feragat ederek, hizmet ne şekilde sunulursa hem hekimleri hem de halkı mutlu edebileceğini, yani denge unsurunun tanımını yapmada politikacılara ve halka model sunabilir. Ancak bunun maliyetleri de sürdürülebilir bir biçimde olabilmesi açısından dürüst ve detaylı olarak halka kabul ettirilmelidir. Yıllar önce İran’ı yöneten bir lider, doktor yetersizliğine şöyle bir çözüm önermişti:..”Çocuk doktorlarından bilhassa rica ediyorum, biraz daha okusunlar ve erişkin hastalara da baksınlar..” İşte komşu politikacıdan gelen yaşanmış bir örnek.

Şimdi de, dünyada son yıllara damga vuran ABD deki birinci basamak ucuzlatılmış hizmet sunumunu ele alalım. Bu ay Florida eyaletinde hesaplanan rakamlara göre bu eyalette vergi mükellefleri eski ödedikleri sağlık kesintilerinin % 30-40 fazlasını ödeyecek, birşey ödemeden hizmet alan halk kesimi de "Obama bize sağlık sigortası getirdi" diye ona oy verecekler, iktidarını uzatacaklardır. Ancak bu % 30-40 kesinti artışının, para kazanan ve vergi ödeyen kesim üzerindeki etkisini hesaplamak da önemlidir. Zira bu fazladan ödemeler, yatırımlardan, çalışma motivasyonundan ve sonuçta toplam vergilerden kayba yol açacak, nasıl olsa sağlık güvencem de var diyen bir kesimin çalışan nüfus dışına kaymasına yol açacaksa, sonuçta sürdürülebilirliği riske girecek olan sağlık hizmetleri olacağından dolayı, bunu önceden hesaplayıp politikacının ve halkın önüne koymak da elbette meslek örgütünün görev tanımında olmalıdır. Örneğin ABD de Obamacare ile Amerikan devletinin sağladığı güvence ile kendileri herhangibir ödeme yapmaksızın sağlık güvencesine sahip olan gençler 2009-2011 yılları arası 480 000 gereksiz muayene olmuşlardır. Bu muayeneler için halkın hazinesinden fazladan 147 milyon Dolar sarf edilmiştir. Buradaki politik sorun, bu parayı o hazineye doldurmakta katkısı olanların harcamalardan öncelikli olarak yararlanacağı mı, yoksa, her vatandaşın toplumsal dayanışma ve barış adına sağlık konusunda katkıda bulunmaksızın harcama alıp alamayacağıdır. Bu konu tamamen politik bir karardır ve halkın tamamının tartışmasına açık tutulmalıdır. Obamacare ucuz hizmet sunmak adına, 1. basamak hekimlerinin gelirini azaltıp iş yükünü artırınca, fakültelerden yüksek miktarda borçlu olarak mezun olan doktorların birinci basamak doktorluk branşlarına yönelmeleri çok azalmıştır. Obamacare geldiğinden beridir farklı branşlardaki Amerikan doktorları arasındaki kazanç farlılıkları 1.basamak hekimleri aleyhine artış göstermiştir. Sonuçta örneğin Endokrinoloji branşında ciddi bir iş azalması veya işgücü fazlalığı varken, milyonlarca hekimi olan ABD de 1. Basamakta gittikçe artan bir hekim açığından söz edilmektedir. Demek ki çözüm patates arz talebi ile tam örtüşmeyen, patateslerden farklı olarak konuldukları kese kağıdından atlayıp kaçabilen, iradesi hür ve adaptasyon yeteneği olan hekim işgücü ile muhatap olunduğunu unutmadan oluşturulacak bir dengeye ihtiyaç göstermektedir.

Acil ve mesai dışı hizmetler dünyanın her yerinde sağlık hizmetlerinde dinamizmini koruyan bir sorun olmaya devam etmektedir. Bir yandan hekimlerin çalışma saatlerini zorunlu olarak kısıtlayan kanunlar diğer yandan gitgide daha yaygın ve fazla hizmet sunmaya çalışan politik gidişat. Özellikle ABD ve İngiltere ile sistemlarinin ana hatlarını buralardan alan ülkelerde, sadece mesai saati dışı değil, yaz tatili ve bayram zamanlarında izin kullanan hekimlerin yokluğunun sistemi yavaşlatmaması için dahi, onların yerine ek ücret ödenerek geçici hekimler çalıştırılır. ABD de moonlighting, İngiltere’de ise locum denen bu pozisyonlarda normal zamanlarda bile hafta sonları asistanlar da dahil olmak üzere sorumluluk alabilecek lisans ve qualifikasyonlara sahip olan her hekim ek ücret karşılığı birbirlerinin yerine nöbet tutarlar. Bu satırların yazarı, İngiltere’deki asistanlığı sırasında normalde tuttuğu 3 günde bir nöbetleri dışında, ekstradan tuttuğu nöbetlerle ailesini daha rahat geçindirmeye çalışmış, ülkesinde dövizli askerlik bedelini karşılamıştır. Sonuç olarak, hekim lisansına sahip ve acil müdahaleleri gündüzleri yapabilecek kapasitedeki her hekim, mesai saatleri dışında,geceleri ve hafta sonları, ek ücret almak, motive ve gönüllü olmak kaydıyla, acil nöbeti de tutar, klinik nöbetler de tutar.Üstelik bunu da bırakınız birinci basamak uzman hekimi olmayı, asistanken bile yapabilmesi mümkündür.

Bir ülkede bir yandan hekim işgücü açığından söz ederken diğer yandan da bu işgücü açığından olumsuz etkilenmekten başka yararı olmayacak şekilde hekimlerine haftada sadece 5 gün 08-17 memur mesai saatleri dışında “muayenehane açamazsın, başka şehre gidip çalışamazsın, başka bir hastanede veya sağlık kurumunda çalışamazsın” diyerek iş üretmelerine engel olan sınırlamalar koymanın akla zarar bir durum olduğunu; aksine, yeterli bir bütçe ile ve sadece istekli hekimlerimizi ileri ülkelerdeki yoğunlukta çalıştırmak suretiyle, hem sayısal olarak sadece mevcut hekim işgücünü istihdam ederek hem de hiçkimseyi üzmeden sadece Türkiye’ye değil, bonus olarak da Yunanistan büyüklüğünde bir ülkeye daha, rahat hizmet verilebileceğine, en azından genel cerrahi branşı için emin olduğumu söylemeden edemeyeceğim.


Referanslar
1. New trial found that having in-house ICU physicians available at night had no impact on length of stay. http://nej.md/YJQe5m .
2.J Pediatr. 2013 Jun 4 Association between Enhanced Access Services in Pediatric Primary Care..





20 Temmuz 2013 Cumartesi

YENİ BİNYILIN EN ÖNEMLİ HAMMADDESİ


20 Temmuz 2013 Cumartesi

YENİ BİNYILIN EN ÖNEMLİ HAMMADDESİ


YENİ BİNYILIN EN ÖNEMLİ HAMMADDESİ

Prof Dr İ.Ethem Geçim


Kaliteli işgücü dediğimiz zaman, dünyada başkalarının yapamadığı yaratıcı zeka ürünü tasarım ve üretimler ile bunların alt yapılarını sağlayabilen nesiller anlaşılmalıdır. Birinci ve ikinci savaş sonrası özellikle Osmanlı coğrafyasında ortaya çıkan petrol zengini veya diğer doğal kaynaklardan zengin bilinen ülkelerdeki milli gelir artışının, halk arasında ne kadar refaha dönüştüğü tartışmalıdır. Öte yandan Hollanda, Belçika, İngiltere ve benzerleri ile şimdi de Çin devleti gibi, doğal kaynakları hiçbir zaman kendilerine tam yetmeyen ülkelerde ise, bu kaynakları dışarıdan satın alarak ülkelerinde işleyip ürettikleri katma değer, hem halklarına tedricen artan bir refah, hem de yeni nesillerin eğitilmesi faaliyetlerine de bol bir kaynak sağlamaktadır. Bu yolla yetişmiş yüksek kaliteli eğitimden geçmiş nesiller, bu ülkelerin refahında, adı “insan” olan  en değerli ve en önemli doğal kaynağı oluşturmaktadır.

Aslında bu “insan” isimli doğal kaynağı iyi kullanarak çok daha yüksek bir katma değere dönüştürme konusunda en önemli deneyim, Amerika Birleşik Devletlerinde yaşanmıştır. İkinci Savaş sonrası cepheden evine geri gelmiş,  hayatı savaş meydanında öğrenmiş, öğrenme azmi ve çalışma disiplini, liseyi yeni bitirmiş bir üniversite adayına göre çok daha gelişmiş olan gazi ve malüller, G.I.Bill denen 1944 tarihli bir kanunla muhtelif haklara sahip olmuşlardır. Bu haklar içinde konumuzla ilgili olanı, gazi ve malüllere terhisten sonra gitmek istedikleri eğitim kuruluşuna girmelerinde kontenjan öncelikleri sağlamak ve eğitim süresince de onları finanse etmektir. Herkesin üzerinde anlaştığı nokta, 1944 de çıkan kanunla ülkenin insanına yönelen bu eğitim yatırımının, 1950 li yıllarda Amerika Birleşik Devletlerinin gerçekleştirdiği ekonomik patlamadaki en değerli hammaddeyi oluşturduğudur. Bunları düşündüğümde aklıma kendi malül ve gazi kardeşlerim geliyor, gözlerim doluyor.

Roosvelt döneminde Amerika’nın bu somut girişimine karşı 1950 lerde Çin’in soyut hamlesinde göz atalım. Mao, 1957 yılında öğrencilere hitaben biraz nükteli ve mealen tercüme ettiğimiz konuşmasında, “ Ey Çin gençliği, dünya hepimizindir ama aslında sizindir. Hayatının baharında olan sizler, sabah saat 8 de veya 9 da yükselmeye başlayan bir güneş gibi, bizlerin yükselen ümitlerini taşımaktasınız…..Ülkemizin halen çok fakir olduğu ve bunu kısa sürede değiştiremeyeceğimiz ortada. Bu yüzdendir ki, gençlerimiz kendi elleri ile çok çalışarak güçlü ve müreffeh bir Çin oluşturacaklardır. Yerleştirdiğimiz sosyalist sistem bu gelişime yol verecektir…..” demişti. Yani o zaman ortada Mao, ümitleri ve soyut doktrinleri dışında birşey yoktu.
Mao’nun doktrinleri ve sosyalist tabularının “bu gelişime” taa 2000 li yıllara kadar yol veremediğini söylemek yanlış olmaz. Çin Devleti, Mao’nun ümidi olan gençlerine yatırım yapacak maddi olanakları ancak ikibinli yıllarda, o da elleri ile çok çalışıp biriktirmekten ziyade, can düşmanı emperyalistlerle hemhal olup, onların ülkede yaptığı üretimden aldığı pay ile elinde biriken dolarları koyacak yer bulamayınca sağlayabildi. UNESCO kaynaklarına göre, Çin mallarının henüz dünyayı daha az sardığı bir yıl olan 2003’de Çin’in 50 milyar dolara ulaşmayan yıllık toplam eğitim harcamaları, 2011 yılına gelindiğinde 250 milyar doları aşmıştır. Bu milyarlarca dolar, Çin hükümetinin kırsal kesimden kentlere getirttiği veya ülke dışına eğitime gönderdiği milyonlarca gencin niteliklerini artırabilmeleri için harcanmaktadır.
Amerikan örneğinde 1945 yılında toplam işgücünün % 16 sı tarım sektöründeydi ve toplam ulusal gelirin % 6.8 i tarım sektöründen elde edilmekteydi. ABD’ de 2002 yılında ise toplam işgücünün % 1.9 u tarım sektöründe çalışmakta ve milli gelirin ise sadece binde yedisi tarım sektöründen elde edilmektedir. Yani Amerikalılar artık kas gücü ile tarım yapmak yerine beyin gücü ile daha yüksek paralar kazanmaktalar.
Çinlilerin mevcut yatırımı da Amerika’daki benzeri gibi, düşük katma değer üreten kırsal kesim kas gücünden, yüksek katma değer üreten kentli beyin gücüne dönüşüm arzusundan başka nasıl yorumlanabilir? Çin Devleti bu kadar yatırım yaptığı bu genç insan gücünün cebine bir de hedef listesi koymayı ihmal etmemiştir. Devletin gençlerine hedef gösterdiği milli mefkure yakın zamana kadar yukarıda örnek verdiğim soyutluktayken şimdilerde 5 yıllık plan halinde, alternatif enerji kaynakları, enerji tasarrufu, çevrenin korunması, biyoteknoloji,  ileri iletişim teknolojileri, en ileri teknolojik materyal üretimi ve hybrid ya da tümden elektrikle çalışan otomobil imalatı gibi “somut” hedeflere dönüşmesinin birkaç yıl sonraki muhtemel sonuçlarını tahmin için asgari zeka kafidir. Acaba ülkemizde büyüme konusunda sancı çekmemizin nedenleri arasında, politik sloganlarla gençlere verilmeye çalışılan soyut doktrinlerden somut hedeflere geçememek sayılabilir mi? Üstelik günümüzde 5 yıllık plan halinde ve tüm dünyanın gözleri önünde ilan edilen bu somut dönüşümün, bir zamanların soyut tabu ve doktrin ihracaatçısı Çin’den gelmesi, durumu daha da izlemeye değer hale getirmektedir. Nasıl ki 1940 ların eğitim hamlesi Amerikalıları dünyanın en sözü dinlenir devleti haline getirdi, Çin devletinin de yakın gelecekte en azından Amerika’dan işbirliği gibi görünen bir rol çalmaya başladığını görmek sürpriz olmayacaktır. Son okuduklarımıza bakılırsa, şimdilerde Filistin-İsrail anlaşmazlıklarının yeni arabulucusu da Çin Devleti’dir. Şüphesiz ki, bu görüşmeleri de Çin devleti adına, son 10-15 yılın eğitim yatırımlarının ürünü, yabancı dilleri ve uluslararası sorunları iyi öğrenmiş, genç Çinli diplomatlar yapacaktır. Hatırlatmak istediğim, işi sadece fen ve teknolojiye sınırlamamalı, kaliteli iş gücünün her alanda işe yarayacağıdır.
Elbette Çin’deki dönüşüm ile ortaya çıkmakta olan yeni beyaz yakalı sınıfın kendini ifade tarzının farklılaşmasından, muhtemel daha geniş özgürlük taleplerinden tutun da kemikleşmiş politik sistem üzerindeki müstakbel baskılarından çıkın, dışardan izleyenler için önemli bir sosyal antropoloji laboratuarı da birlikte gelişmektedir. Bu laboratuar sadece Çin devleti ile sınırlı olmayacak, aynı zamanda bu kaliteli iş gücünün, Amerika ve diğer pasifik ülkeleri ve hatta Avrupa Birliği ülkelerindeki benzerleri üzerine yapacakları rekabetçi baskı dahi, dünyanın 20 yıl sonrasını çok merak edilir hale getirmiştir. Acaba 2023 projeksiyonlarımızda orta okul girişinde Çince hazırlık sınıfı açmaya hazırlansak mı? Ne diyelim, darısı bizim yerli hammaddenin başına!

Tercihlerin Arifesinde Acaba Hangi Üniversite Daha İyidir?


Tercihlerin Arifesinde Acaba Hangi Üniversite Daha İyidir?

 Değerli olan herşey ölçülemez, ölçülebilen herşey de değerli değildir”.
Albert Einstein

Her yaz tercih zamanı geldiğinde gazetelerdeki üniversite tanıtım haberlerinde otomatik bir artış olur. Zaman zaman çok iddialı başlıklar atılır “falanca üniversitemiz dünya sıralamasında ilk 500 e girdi” diye. Bilmem kaç kişinin aklına gelir, “kimdir bu üniversiteleri böyle sıralayan otorite, dünyada bir oylama mı oldu, metreyle mi ölçtünüz de üniversiteleri nasıl böyle sıraladınız diye!”

Dünyanın her yerinde üniversiteler arası rekabet, tercih edilme yarışından olsa gerek, sürüp gitmektedir! Batı dünyasındaki meşhur üniversiteler işi biraz daha ileri götürüp, kurallarını kendilerinin koyduğu yarışlarda birinciliklerini ilan edip, sonra da  kendi kendilerini tebrik etme komedisini oynayıp durmaktalar. Örneğin 2010-2011 ders yılı başlangıcında üniversiteleri yarıştırıp sıralayan sistemlerden bir tanesi olan QS World University Rankings isimli sıralamada, dünyanın bir numaralı üniversitesi meşhur İngiliz Cambridge olarak ilan edilirken ardından Times Higher Education isimli sıralamada, Amerikalı Harvard üniversitesi birinci ilan edilmişti. Bizim üniversiteler de hangi sistemde daha yüksek bir yer tutabilirlerse “sistem dediğin işte budur” demekten geri durmadılar. 

Harvard’ı birinci ilan eden sıralamaya, Amerika dışından sadece ilk 10 un sonlarına doğru Cambridge ve Oxford girebilirken, diğer sıralamada Cambridge üniversitesi dünyada 1 numara olmak kaydıyla ilk 5 tamamen İngiliz üniversitelerinden oluşmaktaydı. Aynı şeyi ölçtüğünü söyleyerek böyle farklı sonuçlar elde etmek nasıl izah edilebilirdi? Yoksa yine tipik batı iki yüzlülüğü ile mi karşı karşıyaydık? Daha çok talep edilmek, yani daha çok para getirecek öğrencileri çekmek için arz tarafına klasik toplum mühendislik uygulamaları mı yapılıyordu?


Batılılar aralarında çekişe dursun, sıralamalardan birinde listeye hiç giremeyen Mısır’ın İskenderiye Üniversitesini diğer sıralamada 147. sırada görünce bu üniversiteyi biraz inceleme gereği duydum. Dünyada ilk 200 içine giren ve İskenderiye’nin ise gerisinde kalan üniversitelere baktığınızda, asistanlığımın 2 yılını geçirmiş olmaktan gurur duyduğum, 9 tane Nobel ödülü kazanmış bilim adamlarını yetiştiren Kraliyet Liverpool Üniversitesi, ABD’de çok önemli bir tıp fakültesine sahip olan Georgetown veya orta batı Amerika’nın en büyüklerinden Illinois Üniversitesini görünce, bunları geride bırakan bu kahraman İskenderiye Üniversitesine olan merakım daha da arttı. İskenderiye acaba ne yapmıştı da bu denli köklü, zengin ve büyük üniversiteleri geride bırakabilmişti? Gerçi 197 000 öğrenci ve 18 500 öğretim elemanı ile kalabalık bir müessese olduğuna şüphe yoktu ve bu sayılar merakımı daha da artırdı.

İskenderiye Üniversitesini listede öne geçiren en önemli artı değer, bu üniversiteden çıkan yayınlara yapılan atıflardı. Yani bunun anlamı, İskenderiye Üniversitesi bünyesinde bulunan elemanlar tarafından yapılan yayınlar, dünyada bilim elemanları tarafından kabul gören ve diğer çalışmalarda yaygın olarak referans verdikleri değerli bilgiler ihtiva ediyor olmalılardı. Hal bu iken, Web of World Universities sıralamasına bakıldığında İskenderiye üniversitesi, bırakınız dünyada 147. olmayı, Mısır’ın içindeki sıralamada ilk 10 üniversite arasına bile zor giriyordu ve hatta İskenderiye kentinde bile ondan daha iyi bir üniversitenin adı geçmekteydi.

Sonunda anlaşıldı ki, İskenderiye Üniversitesinin başarısının arkasındaki neden, Mohamed El Naschie isimli müellifin 16 yılda yazdığı 320 den fazla sayıdaki makaleydi. El Naschie yılda 20 tane kadar yayınladığı makalelerini basan derginin aynı zamanda editörlüğünü de yapmaktaydı! İddialara göre hem bilgileri üreten, hem de doğruluklarını teyid ederek dergide yayınlamaya karar veren konumunda kendisi vardı. Ayrıca hep kendi yazılarında kendi makalelerine atıfta bulunduğu içindir ki, mensup olduğu İskenderiye Üniversitesi en çok atıf alan üniversiteler sıralamasında en önlerdeydi ve bu durumu dikkate alan bazı sıralamalarda da dünya üniversiteleri arasında adı geçmekteydi. Durumu fark eden fizikçiler konuyu deşince,  El Naschie’nin yoğurdum kara demeyip, kendisini itham edenleri mahkemeye verdiğini de okudum. Maamafih ana davayı açtığı Nature mecmuası 2012 de davayı kazanmış ve mahkemede El Naschie’nin bu anlaşmazlıkta haksız olduğu da kanıtlanmış. Şimdi gel gelelim, bu ciddiyetteki bir mecmuada yazılan yazılar, “uluslararası yayın” kabul edilerek, ülkemiz de dahil kaç ülkede kaç kişi öğretim üyesi oldu, puanlar aldı, atamalar yapıldı bilmiyorum. Bu saatten sonra onlar için yapılacak birşey yok ve kimseyi itham edemeyiz ama, alınacak ders, “uluslararası dergide yayın “ ya da “atıf” sayıları ile kişilerin ve üniversitelerin bilimsel kalitesine karar vermenin ne kadar riskli  ve yanıltıcı olabileceğidir.

Ülkemizde benim öğrenci olduğum dönemde üniversite kapısına gelen öğrenci sayısı ile kontenjan arasındaki derin uçurum büyük ölçüde giderilmiştir. Artık hemen her isteyen bir yüksek eğitim programına girebilmektedir. Her yıl kontenjanlarını tam dolduramayan fakülteler bile olmaktadır. O halde Türkiye’de üniversitelerin nicelik sorunu artık çözülmüş sayılabilir ve ülkemizin geleceği için üniversitelerin daha ziyade nitelikleri üzerinde tartışma zamanı gelmiştir.

Günümüzde halen öğretim üyesi yetiştirme, sınama ve atama safhalarında bazı sayısal kriterler ileri sürülmekte, yayın sayısı, yayınlara atıf sayısı gibi parametreler değerlendirmelerde esas alınmaktadır. California’nın silikon vadisinde dünya elektronik/bilgisayar sektörünü yönlendiren bir teknoloji enstitüsünde Türkiye’de adı bile bilinmeyen bir konuda doktora yapmak, doçent olmakla, Anadolunun 50 000 nüfuslu bir ilinin organize sanayi bölgesinin kenarında kurulu, henüz inşaatı devam eden üniversitesinde, telgrafın telleri üzerine çalışılarak alınan ve sonuçta da aynı ismi taşıyan akademik derecelerin, atama kriterleri nezdinde bir farkı, benim bildiğim, yoktur! Acaba bu kriterlere bir de gerçek hayatta örneğin mühendisse endüstride, doktorsa hasta tedavisindeki üretimine bakarak daha ayakları yere basan bir bakış açısı getirsek diyeceğim ancak, gidişat da tam ters yönedir. Öğretim üyeliği tam zamanlıdır, öğretim üyesi başka işe bakamaz gibi düşünen eğilimler, ipler bende olmak kaydıyla eski düzenin ne zararı var diyerek, memur ataması usulü öğretim üyesi imalatına devam yaklaşımı statüyü korumaktadır. Daha çok üretmek, iş yapmak isteyen öğretim üyesine “sen dışarıda proje yapamazsın, sen muayenehanede çalışamazsın, eğer maaşından fazla para kazanırsan onu da getirip bana vereceksin gibi yaklaşımlar, eski sovyet sistemini tüm hastalıkları ile birlikte ülkemizde kökleştirmekten başka neye yarayacaktır ki? Bir sovyet anekdotu vardır, bir Rus işçisi şöyle demiş “ sovyet döneminde bizler çalışır gibi yapıyorduk, onlar da ücret verir gibi yapıyorlardı”. İşte sabit ücret ve tam zamanlı öğretim memuru olarak çalışmanın geleceği noktanın burası olacağı riskini hesaplamadan bu kanunları yapanlara tavsiyem, tarih önündeki kaçınılmaz mahcubiyete de hazır olmalarıdır.

Öğretim üyelerinin yayınlarını, yayınlara yapılan atıfları, hatta kütüphanedeki dergileri bile sayarak  üniversiteleri yarıştırabilir ve sıralayabilirsiniz. Ancak, acaba bu sayılardan üniversitede eğitilenlere ve üretilen bilgiden ülkeye ve topluma ne fayda geldiğini nasıl ölçeceksiniz? İşte bütün mesele buradadır! Artık üniversiteden emeklilik günlerine gelmiş biri olarak gençlere ve herkese önerim şudur: Lise sonrası eğitiminizde hiçbir üniversite kafanızı açıp içine bilgi dolduramaz. Herşeyi yapacak olan yine bireydir, yani sizsiniz. İlerleme belki toplumsal olmalıdır ancak her zaman daha iyiyi isteyen, daha yetenekli olan, daha öne çıkan birileri olacak ve herkesi kanunla, yönetmelikle tek hizaya sokma zorlamaları, işte bu öne çıkmalara engel olacaktır. Birey baskılanmış, ilerleme önlenmiş olacaktır. Bu da kimine göre tabiata, kimine göre de insanların aklını ve hikmetini fabrikasyon bilgisayarlar gibi uniform yaratmayan tanrının iradesine aykırıdır! Bireye saygı duymalı, üniversite gibi farklılıkların korunması gereken bir ortamda herkese aynı elbiseyi giydirme, dolayısıyla da tüm üniversiteleri muadil kuruluşlar düzeyinde algılama  yanılgılarından vaz geçilmelidir! Esas olanın üniversitenin değil, ona kaydolan bireyin aklındaki ve yüreğindeki cevher olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Ainesi İştir Bilimin Makaleye Bakılmaz


Prof. Dr. İ. Ethem Geçim - Ankara Ünv. Öğr. Üyesi
Müspet ilimlerde düşüncenin deneyle somutlaşması sonucu yazılan makalelerin, insanlığın yaşamsal sorunlarının çözümüne katkıda bulunabilmesi için uygulamaya dönüşmesi gerekir.
Bilimsel üretim denilince ortaya çizgileri çok da net olmayan bir siluet çıkmaktadır. Nedir bu bilimsel üretim? Burada ürün tanımı nasıl yapılmalıdır, üretim nasıl ölçülmelidir, hangi ülkenin daha fazla ürettiğine nasıl karar verilmelidir? Herkesin keseri kendi tarafına yontmaya çalışması önlenebilir mi? Eğer üretilen en önemli ürün, o ülkeden yazılan bilimsel makale sayısı ise, makalelerin değerini de kendi içlerinde ayrıştıran bir ölçmeye daha gerek yok mudur? Değerli olan acaba herkesin yazabildiği bin tane makale midir, yoksa dünyanın fazla umurunda olmayan ancak ülkemizi mahcup ve muzdarip eden bir konuda, örneğin Kırım Kongo Kanamalı Ateşi hastalığıyla ilgili tek bir makale onlarcasından daha değerli sayılabilir mi? 
Düşünceyi deneyle somutlama
Olaya ülkeler düzeyinde bakarsak, kıl dönmesi hastalığı konusunda dünyada en fazla makalenin yazıldığı ülke olmak mı değerlidir (ki ülkemiz şu anda böyledir), yoksa mesela diyelim, cep telefonu ile konuşmanın kanser yaptığını kanıtlayan ve insanlığın yaşam tarzını, dünya cep telefonu üretiminin standartlarını değiştirecek en önemli çalışmanın yapıldığı bir ülke olmak mı? Korkarım ki insanlık henüz bu konuda tarafsız ve kesin kriterler belirleyebilme olgunluğunun epeyce gerisindedir. Çünkü konu çoğunlukla para konusudur ve parayı yazan veya anlatan değil, bilen ve bildiğini herkesten önce kendi yararına uygulayan kazanmaktadır. Batı dünyasının kazancın niteliğine aldırmama ikiyüzlülüğü ile haramdan verilen sadakanın bile küfür kabul edildiği İslam toplumları arasındaki derin inanç ve düşünce ayrılıkları, bu alanda her toplumda git-gellerin olmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Aslında, müspet ilimlerde düşüncenin deneyle somutlaşması sonucu yazılan makalenin, insanlığın yaşamsal sorunlarının çözümüne katkıda bulunabilmesi için uygulamaya dönüşmesi gerekir. Bu da bilim üretiminin teknolojiye dönüşmesi ile sağlanır. Teknoloji üretimi, üretim de iş sahaları açılabilmesini ve maddi yararlar sağlanmasını mümkün kılar. Yani bir anlamda, doğal kaynakları olmayan ülkelerde toplumsal refahın en güçlü kaynağı araştırma ve geliştirmeden geçer demek doğru olur. İşte ülkemizde çok gecikerek de olsa bu işlerin kolaylaştırılması için çalışanlara destek ve imtiyazlar sağlanan özel teknoloji bölgeleri oluşturulmasının arkasındaki gerçek budur. Almanya’dan Japonya’ya büyük teknoloji devlerinin arkasında hep dev üniversiteler ve araştırma enstitüleri olması ve bunlarla da kalmayan, tek işi, bu araştırma ve üretip satma atlarını aynı arabaya koşup, armoni içinde arabayı yürütmek olan yönetim modelleri gelişmesinin sebebi budur. Sonuç olarak, bilimsel üretimin sadece makale yazmakla bitmediğini, bilimsel makale yazımının, ülkelerin bilimsel gelişiminin sadece bir safhası olduğunu idrak gerekir. Teorik üretim olmadan pratik hiç olamayacağı içindir ki, teknolojiye doğrudan katkıda bulunmayan bilimsel üretim alanlarını da elbette bu zincirin dışında düşünemeyiz. Yani, bir üniversitede dersi olup da teknolojiye katkısı olmayan hiçbir branş yoktur. Atasözümüzde denildiği gibi, artık ainesi iştir bilimin, makaleye bakılmaz.
Üniversite sanayi işbirliği
Bilimin işi olan teknoloji bölgeleri başlı başına bir yazı konusu olabilirse de yazımı ülkemizdeki son durumun fotoğrafını sunarak bağlamak istiyorum. Ülkemizde önce büyük devlet üniversiteleri bünyesinde başlayan teknoloji bölgeleri, sağladığı avantajlarla, üniversite ile işbirliği yapmak isteyen birçok sanayi şirketinin ilgisini çekmektedir. Ancak, kısaca teknokent diye isimlendirdiğimiz bu bölgeler, üniversiteler tarafından yönetilmekte ve zaman zaman devlet mekanizmasının kendine has sıkıntıları nedeniyle istenen verime ulaşamayabilmekteydiler. İşte son 1-2 yılda ülkemizdeki en önemli ve sevindirici gelişme, özgün finansman, örgütlenme ve idare mekanizmalarına sahip, bir değil tüm üniversitelerle işbirliği yapabilecek, belki de gereğinde kendi araştırma yatırımlarına girebilecek esneklikte, devletin katkı ve müdahalesi en aza indirilmiş olan özel teknoloji bölgelerinin kurulmakta ve yayılmakta olmasıdır.