20 Temmuz 2013 Cumartesi

Tercihlerin Arifesinde Acaba Hangi Üniversite Daha İyidir?


Tercihlerin Arifesinde Acaba Hangi Üniversite Daha İyidir?

 Değerli olan herşey ölçülemez, ölçülebilen herşey de değerli değildir”.
Albert Einstein

Her yaz tercih zamanı geldiğinde gazetelerdeki üniversite tanıtım haberlerinde otomatik bir artış olur. Zaman zaman çok iddialı başlıklar atılır “falanca üniversitemiz dünya sıralamasında ilk 500 e girdi” diye. Bilmem kaç kişinin aklına gelir, “kimdir bu üniversiteleri böyle sıralayan otorite, dünyada bir oylama mı oldu, metreyle mi ölçtünüz de üniversiteleri nasıl böyle sıraladınız diye!”

Dünyanın her yerinde üniversiteler arası rekabet, tercih edilme yarışından olsa gerek, sürüp gitmektedir! Batı dünyasındaki meşhur üniversiteler işi biraz daha ileri götürüp, kurallarını kendilerinin koyduğu yarışlarda birinciliklerini ilan edip, sonra da  kendi kendilerini tebrik etme komedisini oynayıp durmaktalar. Örneğin 2010-2011 ders yılı başlangıcında üniversiteleri yarıştırıp sıralayan sistemlerden bir tanesi olan QS World University Rankings isimli sıralamada, dünyanın bir numaralı üniversitesi meşhur İngiliz Cambridge olarak ilan edilirken ardından Times Higher Education isimli sıralamada, Amerikalı Harvard üniversitesi birinci ilan edilmişti. Bizim üniversiteler de hangi sistemde daha yüksek bir yer tutabilirlerse “sistem dediğin işte budur” demekten geri durmadılar. 

Harvard’ı birinci ilan eden sıralamaya, Amerika dışından sadece ilk 10 un sonlarına doğru Cambridge ve Oxford girebilirken, diğer sıralamada Cambridge üniversitesi dünyada 1 numara olmak kaydıyla ilk 5 tamamen İngiliz üniversitelerinden oluşmaktaydı. Aynı şeyi ölçtüğünü söyleyerek böyle farklı sonuçlar elde etmek nasıl izah edilebilirdi? Yoksa yine tipik batı iki yüzlülüğü ile mi karşı karşıyaydık? Daha çok talep edilmek, yani daha çok para getirecek öğrencileri çekmek için arz tarafına klasik toplum mühendislik uygulamaları mı yapılıyordu?


Batılılar aralarında çekişe dursun, sıralamalardan birinde listeye hiç giremeyen Mısır’ın İskenderiye Üniversitesini diğer sıralamada 147. sırada görünce bu üniversiteyi biraz inceleme gereği duydum. Dünyada ilk 200 içine giren ve İskenderiye’nin ise gerisinde kalan üniversitelere baktığınızda, asistanlığımın 2 yılını geçirmiş olmaktan gurur duyduğum, 9 tane Nobel ödülü kazanmış bilim adamlarını yetiştiren Kraliyet Liverpool Üniversitesi, ABD’de çok önemli bir tıp fakültesine sahip olan Georgetown veya orta batı Amerika’nın en büyüklerinden Illinois Üniversitesini görünce, bunları geride bırakan bu kahraman İskenderiye Üniversitesine olan merakım daha da arttı. İskenderiye acaba ne yapmıştı da bu denli köklü, zengin ve büyük üniversiteleri geride bırakabilmişti? Gerçi 197 000 öğrenci ve 18 500 öğretim elemanı ile kalabalık bir müessese olduğuna şüphe yoktu ve bu sayılar merakımı daha da artırdı.

İskenderiye Üniversitesini listede öne geçiren en önemli artı değer, bu üniversiteden çıkan yayınlara yapılan atıflardı. Yani bunun anlamı, İskenderiye Üniversitesi bünyesinde bulunan elemanlar tarafından yapılan yayınlar, dünyada bilim elemanları tarafından kabul gören ve diğer çalışmalarda yaygın olarak referans verdikleri değerli bilgiler ihtiva ediyor olmalılardı. Hal bu iken, Web of World Universities sıralamasına bakıldığında İskenderiye üniversitesi, bırakınız dünyada 147. olmayı, Mısır’ın içindeki sıralamada ilk 10 üniversite arasına bile zor giriyordu ve hatta İskenderiye kentinde bile ondan daha iyi bir üniversitenin adı geçmekteydi.

Sonunda anlaşıldı ki, İskenderiye Üniversitesinin başarısının arkasındaki neden, Mohamed El Naschie isimli müellifin 16 yılda yazdığı 320 den fazla sayıdaki makaleydi. El Naschie yılda 20 tane kadar yayınladığı makalelerini basan derginin aynı zamanda editörlüğünü de yapmaktaydı! İddialara göre hem bilgileri üreten, hem de doğruluklarını teyid ederek dergide yayınlamaya karar veren konumunda kendisi vardı. Ayrıca hep kendi yazılarında kendi makalelerine atıfta bulunduğu içindir ki, mensup olduğu İskenderiye Üniversitesi en çok atıf alan üniversiteler sıralamasında en önlerdeydi ve bu durumu dikkate alan bazı sıralamalarda da dünya üniversiteleri arasında adı geçmekteydi. Durumu fark eden fizikçiler konuyu deşince,  El Naschie’nin yoğurdum kara demeyip, kendisini itham edenleri mahkemeye verdiğini de okudum. Maamafih ana davayı açtığı Nature mecmuası 2012 de davayı kazanmış ve mahkemede El Naschie’nin bu anlaşmazlıkta haksız olduğu da kanıtlanmış. Şimdi gel gelelim, bu ciddiyetteki bir mecmuada yazılan yazılar, “uluslararası yayın” kabul edilerek, ülkemiz de dahil kaç ülkede kaç kişi öğretim üyesi oldu, puanlar aldı, atamalar yapıldı bilmiyorum. Bu saatten sonra onlar için yapılacak birşey yok ve kimseyi itham edemeyiz ama, alınacak ders, “uluslararası dergide yayın “ ya da “atıf” sayıları ile kişilerin ve üniversitelerin bilimsel kalitesine karar vermenin ne kadar riskli  ve yanıltıcı olabileceğidir.

Ülkemizde benim öğrenci olduğum dönemde üniversite kapısına gelen öğrenci sayısı ile kontenjan arasındaki derin uçurum büyük ölçüde giderilmiştir. Artık hemen her isteyen bir yüksek eğitim programına girebilmektedir. Her yıl kontenjanlarını tam dolduramayan fakülteler bile olmaktadır. O halde Türkiye’de üniversitelerin nicelik sorunu artık çözülmüş sayılabilir ve ülkemizin geleceği için üniversitelerin daha ziyade nitelikleri üzerinde tartışma zamanı gelmiştir.

Günümüzde halen öğretim üyesi yetiştirme, sınama ve atama safhalarında bazı sayısal kriterler ileri sürülmekte, yayın sayısı, yayınlara atıf sayısı gibi parametreler değerlendirmelerde esas alınmaktadır. California’nın silikon vadisinde dünya elektronik/bilgisayar sektörünü yönlendiren bir teknoloji enstitüsünde Türkiye’de adı bile bilinmeyen bir konuda doktora yapmak, doçent olmakla, Anadolunun 50 000 nüfuslu bir ilinin organize sanayi bölgesinin kenarında kurulu, henüz inşaatı devam eden üniversitesinde, telgrafın telleri üzerine çalışılarak alınan ve sonuçta da aynı ismi taşıyan akademik derecelerin, atama kriterleri nezdinde bir farkı, benim bildiğim, yoktur! Acaba bu kriterlere bir de gerçek hayatta örneğin mühendisse endüstride, doktorsa hasta tedavisindeki üretimine bakarak daha ayakları yere basan bir bakış açısı getirsek diyeceğim ancak, gidişat da tam ters yönedir. Öğretim üyeliği tam zamanlıdır, öğretim üyesi başka işe bakamaz gibi düşünen eğilimler, ipler bende olmak kaydıyla eski düzenin ne zararı var diyerek, memur ataması usulü öğretim üyesi imalatına devam yaklaşımı statüyü korumaktadır. Daha çok üretmek, iş yapmak isteyen öğretim üyesine “sen dışarıda proje yapamazsın, sen muayenehanede çalışamazsın, eğer maaşından fazla para kazanırsan onu da getirip bana vereceksin gibi yaklaşımlar, eski sovyet sistemini tüm hastalıkları ile birlikte ülkemizde kökleştirmekten başka neye yarayacaktır ki? Bir sovyet anekdotu vardır, bir Rus işçisi şöyle demiş “ sovyet döneminde bizler çalışır gibi yapıyorduk, onlar da ücret verir gibi yapıyorlardı”. İşte sabit ücret ve tam zamanlı öğretim memuru olarak çalışmanın geleceği noktanın burası olacağı riskini hesaplamadan bu kanunları yapanlara tavsiyem, tarih önündeki kaçınılmaz mahcubiyete de hazır olmalarıdır.

Öğretim üyelerinin yayınlarını, yayınlara yapılan atıfları, hatta kütüphanedeki dergileri bile sayarak  üniversiteleri yarıştırabilir ve sıralayabilirsiniz. Ancak, acaba bu sayılardan üniversitede eğitilenlere ve üretilen bilgiden ülkeye ve topluma ne fayda geldiğini nasıl ölçeceksiniz? İşte bütün mesele buradadır! Artık üniversiteden emeklilik günlerine gelmiş biri olarak gençlere ve herkese önerim şudur: Lise sonrası eğitiminizde hiçbir üniversite kafanızı açıp içine bilgi dolduramaz. Herşeyi yapacak olan yine bireydir, yani sizsiniz. İlerleme belki toplumsal olmalıdır ancak her zaman daha iyiyi isteyen, daha yetenekli olan, daha öne çıkan birileri olacak ve herkesi kanunla, yönetmelikle tek hizaya sokma zorlamaları, işte bu öne çıkmalara engel olacaktır. Birey baskılanmış, ilerleme önlenmiş olacaktır. Bu da kimine göre tabiata, kimine göre de insanların aklını ve hikmetini fabrikasyon bilgisayarlar gibi uniform yaratmayan tanrının iradesine aykırıdır! Bireye saygı duymalı, üniversite gibi farklılıkların korunması gereken bir ortamda herkese aynı elbiseyi giydirme, dolayısıyla da tüm üniversiteleri muadil kuruluşlar düzeyinde algılama  yanılgılarından vaz geçilmelidir! Esas olanın üniversitenin değil, ona kaydolan bireyin aklındaki ve yüreğindeki cevher olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder