Tercihlerin Arifesinde Acaba Hangi Üniversite
Daha İyidir?
“Değerli olan herşey ölçülemez, ölçülebilen herşey de değerli değildir”.
Albert Einstein
Her yaz tercih zamanı geldiğinde gazetelerdeki
üniversite tanıtım haberlerinde otomatik bir artış olur. Zaman zaman çok
iddialı başlıklar atılır “falanca üniversitemiz dünya sıralamasında ilk 500 e
girdi” diye. Bilmem kaç kişinin aklına gelir, “kimdir bu üniversiteleri böyle
sıralayan otorite, dünyada bir oylama mı oldu, metreyle mi ölçtünüz de
üniversiteleri nasıl böyle sıraladınız diye!”
Dünyanın her yerinde üniversiteler arası rekabet, tercih
edilme yarışından olsa gerek, sürüp gitmektedir! Batı dünyasındaki meşhur
üniversiteler işi biraz daha ileri götürüp, kurallarını kendilerinin koyduğu
yarışlarda birinciliklerini ilan edip, sonra da kendi kendilerini tebrik etme komedisini oynayıp durmaktalar.
Örneğin 2010-2011 ders yılı başlangıcında üniversiteleri yarıştırıp sıralayan
sistemlerden bir tanesi olan QS World
University Rankings isimli sıralamada,
dünyanın bir numaralı üniversitesi meşhur
İngiliz Cambridge olarak ilan
edilirken ardından Times Higher Education isimli sıralamada, Amerikalı Harvard üniversitesi
birinci ilan edilmişti. Bizim üniversiteler de hangi sistemde daha yüksek bir yer
tutabilirlerse “sistem dediğin işte budur” demekten geri durmadılar.
Harvard’ı birinci ilan eden sıralamaya, Amerika dışından
sadece ilk 10 un sonlarına doğru Cambridge ve Oxford girebilirken, diğer sıralamada
Cambridge üniversitesi dünyada 1 numara olmak kaydıyla ilk 5 tamamen İngiliz
üniversitelerinden oluşmaktaydı. Aynı şeyi
ölçtüğünü söyleyerek böyle farklı sonuçlar elde etmek nasıl izah edilebilirdi? Yoksa yine tipik batı iki yüzlülüğü
ile mi karşı karşıyaydık? Daha çok talep edilmek, yani daha çok para getirecek
öğrencileri çekmek için arz tarafına klasik toplum mühendislik uygulamaları mı
yapılıyordu?
Batılılar aralarında çekişe dursun, sıralamalardan
birinde listeye hiç giremeyen Mısır’ın İskenderiye Üniversitesini diğer
sıralamada 147. sırada görünce bu üniversiteyi biraz inceleme gereği duydum. Dünyada
ilk 200 içine giren ve İskenderiye’nin ise gerisinde kalan üniversitelere
baktığınızda, asistanlığımın 2 yılını geçirmiş olmaktan gurur duyduğum, 9 tane
Nobel ödülü kazanmış bilim adamlarını yetiştiren Kraliyet Liverpool Üniversitesi,
ABD’de çok önemli bir tıp fakültesine sahip olan Georgetown veya orta batı
Amerika’nın en büyüklerinden Illinois Üniversitesini görünce, bunları geride bırakan
bu kahraman İskenderiye Üniversitesine olan merakım daha da arttı. İskenderiye
acaba ne yapmıştı da bu denli köklü, zengin ve büyük üniversiteleri geride
bırakabilmişti? Gerçi 197 000 öğrenci ve 18 500 öğretim elemanı ile
kalabalık bir müessese olduğuna şüphe yoktu ve bu sayılar merakımı daha da
artırdı.
İskenderiye Üniversitesini listede öne geçiren en önemli
artı değer, bu üniversiteden çıkan yayınlara yapılan atıflardı. Yani bunun
anlamı, İskenderiye Üniversitesi bünyesinde bulunan elemanlar tarafından
yapılan yayınlar, dünyada bilim elemanları tarafından kabul gören ve diğer
çalışmalarda yaygın olarak referans verdikleri değerli bilgiler ihtiva ediyor
olmalılardı. Hal bu iken, Web of World Universities
sıralamasına bakıldığında İskenderiye üniversitesi, bırakınız dünyada 147.
olmayı, Mısır’ın içindeki sıralamada ilk 10 üniversite arasına bile zor
giriyordu ve hatta İskenderiye kentinde bile ondan daha iyi bir üniversitenin
adı geçmekteydi.
Sonunda anlaşıldı ki, İskenderiye Üniversitesinin
başarısının arkasındaki neden, Mohamed El
Naschie isimli müellifin 16 yılda yazdığı
320 den fazla sayıdaki makaleydi. El Naschie yılda 20 tane kadar yayınladığı makalelerini
basan derginin aynı zamanda editörlüğünü de yapmaktaydı! İddialara göre hem bilgileri
üreten, hem de doğruluklarını teyid ederek dergide yayınlamaya karar veren
konumunda kendisi vardı. Ayrıca hep kendi yazılarında kendi makalelerine atıfta
bulunduğu içindir ki, mensup olduğu İskenderiye Üniversitesi en çok atıf alan
üniversiteler sıralamasında en önlerdeydi ve bu durumu dikkate alan bazı
sıralamalarda da dünya üniversiteleri arasında adı geçmekteydi. Durumu fark
eden fizikçiler konuyu deşince, El Naschie’nin yoğurdum kara demeyip, kendisini
itham edenleri mahkemeye verdiğini de okudum. Maamafih ana davayı açtığı Nature
mecmuası 2012 de davayı kazanmış ve mahkemede El Naschie’nin bu anlaşmazlıkta
haksız olduğu da kanıtlanmış. Şimdi gel gelelim, bu ciddiyetteki bir mecmuada
yazılan yazılar, “uluslararası yayın” kabul edilerek, ülkemiz de dahil kaç
ülkede kaç kişi öğretim üyesi oldu, puanlar aldı, atamalar yapıldı bilmiyorum.
Bu saatten sonra onlar için yapılacak birşey yok ve kimseyi itham edemeyiz ama,
alınacak ders, “uluslararası dergide yayın “ ya da “atıf” sayıları ile kişilerin
ve üniversitelerin bilimsel kalitesine karar vermenin ne kadar riskli ve yanıltıcı olabileceğidir.
Ülkemizde benim öğrenci olduğum dönemde üniversite kapısına gelen öğrenci
sayısı ile kontenjan arasındaki derin uçurum büyük ölçüde giderilmiştir. Artık
hemen her isteyen bir yüksek eğitim programına girebilmektedir. Her yıl
kontenjanlarını tam dolduramayan fakülteler bile olmaktadır. O halde Türkiye’de
üniversitelerin nicelik sorunu artık çözülmüş sayılabilir ve ülkemizin geleceği
için üniversitelerin daha ziyade nitelikleri üzerinde tartışma zamanı
gelmiştir.
Günümüzde halen öğretim üyesi yetiştirme, sınama ve atama safhalarında bazı
sayısal kriterler ileri sürülmekte, yayın sayısı, yayınlara atıf sayısı gibi parametreler
değerlendirmelerde esas alınmaktadır. California’nın silikon vadisinde dünya
elektronik/bilgisayar sektörünü yönlendiren bir teknoloji enstitüsünde Türkiye’de
adı bile bilinmeyen bir konuda doktora yapmak, doçent olmakla, Anadolunun 50
000 nüfuslu bir ilinin organize sanayi bölgesinin kenarında kurulu, henüz
inşaatı devam eden üniversitesinde, telgrafın telleri üzerine çalışılarak
alınan ve sonuçta da aynı ismi taşıyan akademik derecelerin, atama kriterleri
nezdinde bir farkı, benim bildiğim, yoktur! Acaba bu kriterlere bir de gerçek
hayatta örneğin mühendisse endüstride, doktorsa hasta tedavisindeki üretimine
bakarak daha ayakları yere basan bir bakış açısı getirsek diyeceğim ancak,
gidişat da tam ters yönedir. Öğretim üyeliği tam zamanlıdır, öğretim üyesi
başka işe bakamaz gibi düşünen eğilimler, ipler bende olmak kaydıyla eski
düzenin ne zararı var diyerek, memur ataması usulü öğretim üyesi imalatına
devam yaklaşımı statüyü korumaktadır. Daha çok üretmek, iş yapmak isteyen
öğretim üyesine “sen dışarıda proje yapamazsın, sen muayenehanede çalışamazsın,
eğer maaşından fazla para kazanırsan onu da getirip bana vereceksin gibi yaklaşımlar,
eski sovyet sistemini tüm hastalıkları ile birlikte ülkemizde kökleştirmekten başka
neye yarayacaktır ki? Bir sovyet anekdotu vardır, bir Rus işçisi şöyle demiş “
sovyet döneminde bizler çalışır gibi yapıyorduk, onlar da ücret verir gibi
yapıyorlardı”. İşte sabit ücret ve tam zamanlı öğretim memuru olarak çalışmanın
geleceği noktanın burası olacağı riskini hesaplamadan bu kanunları yapanlara
tavsiyem, tarih önündeki kaçınılmaz mahcubiyete de hazır olmalarıdır.
Öğretim üyelerinin yayınlarını, yayınlara yapılan atıfları, hatta kütüphanedeki
dergileri bile sayarak
üniversiteleri yarıştırabilir ve sıralayabilirsiniz. Ancak, acaba bu
sayılardan üniversitede eğitilenlere ve üretilen bilgiden ülkeye ve topluma ne
fayda geldiğini nasıl ölçeceksiniz? İşte bütün mesele buradadır! Artık
üniversiteden emeklilik günlerine gelmiş biri olarak gençlere ve herkese önerim
şudur: Lise sonrası eğitiminizde hiçbir üniversite kafanızı açıp içine bilgi
dolduramaz. Herşeyi yapacak olan yine bireydir, yani sizsiniz. İlerleme belki
toplumsal olmalıdır ancak her zaman daha iyiyi isteyen, daha yetenekli olan,
daha öne çıkan birileri olacak ve herkesi kanunla, yönetmelikle tek hizaya
sokma zorlamaları, işte bu öne çıkmalara engel olacaktır. Birey baskılanmış,
ilerleme önlenmiş olacaktır. Bu da kimine göre tabiata, kimine göre de
insanların aklını ve hikmetini fabrikasyon bilgisayarlar gibi uniform
yaratmayan tanrının iradesine aykırıdır! Bireye saygı duymalı, üniversite gibi farklılıkların
korunması gereken bir ortamda herkese aynı elbiseyi giydirme, dolayısıyla da tüm
üniversiteleri muadil kuruluşlar düzeyinde algılama yanılgılarından vaz geçilmelidir! Esas olanın üniversitenin
değil, ona kaydolan bireyin aklındaki ve yüreğindeki cevher olduğu hatırdan
çıkarılmamalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder